ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Has ismiyle Yunus Emre dendiğinde, kendimi yeniden bambaşka bir âlem içinde, düpedüz bir çeşme başında bulurum. Gözesi- kaynağı çok sağlam, asırlardır bitip tükenmeyen ve akmaktan zerre miktarı yüksünmeyen, usanmayan ve bıkmayan bir çeşme, bizim çeşmemiz; suyunu kimseden esirgemeyen, ancak herkesin kabınca yararlandığı bir çeşme. Kâinatı- evreni, kabınıza-kovanıza dolduracağınız gibi, bir katresi-damlası ile kabınızı taşıracak bir çeşme… Bizler de, gönlümüz her dara düştüğünde bu çeşmeye koşmaktan asla usanmadık; “Onca varlık içinde, gitmez gönül darlığı…” dediğinde bile biz oradaydık…
Kâinat-evren, kendi hikâyesi içinde yüzmeye devam ediyor. İnsan bu hikâyenin bir yüzü ile parçası olurken, bir yüzü ile bütün hikâye ondan, yani insandan ibaretmiş gibi. Kendimizi ansızın bir hiç mesabesinde görürken, aynı anda, kendimizden başka bir şey yokmuş duygusuna kapılan da yine biziz. Göklerin çoğulu ve yeryüzünün tekili bizden sorulur! Her şey, ama her şey biz var olacağız diye vardır duygusu… Bütün hikâye bizden ibaretse, bu kâinat çok fazla değil mi? Bir lokma ve bir hırkayla yetinen dervişi ürkütmez mi bu durum? Bütün bu kâinatın bir izdüşümü, bir özetinden ibaret midir bu dünya? İnsan bu özetlerin de bir özeti midir sahi? Özet olmak da ne? İyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey midir? Özün özü olmak galiba iyi bir şey olmalı, her şey sonunda özü itibariyle anlamlıdır ya. İnsanın kendisini böyle görmesi bir ukalalık değil, yaratılış mayasında bu vardır da ondan böyledir. “Ahsen-i takvim” ve “eşrefi mahlûk” kavramları bize gözden eve ama daha çok özden haber vermektedir.
Böyledir de, geldiğimiz eşikte, insanlık yeni bir yol başındadır. Çoğu olaylar ve oluşumlar yeni, yepyeni ve eskide denenmişliğin bir örneği yok. Dünya sekiz milyar insanı hiçbir devirde bir arada görmedi. Aklın ve nefsin amansız güdümünde baş döndürücü gelişmeler; neredeyse her iki yılda bir kendisini ikiye katlayan ilim ve teknoloji; yapay ve dikey inanılmaz bir hız ve her şeyde bir savrulma. Dünyayı birkaç kez yok edecek silahlanma; para, güç ve iktidar. Bir yanda halen acından ölen ve açıkta kalan evsiz, yurtsuz kitleler. Adaletsizlik, uzaklardan seçilemeyen bir ada…
Bir yanda böyle olurken, diğer yanında da, insanların bu çağda asıl ardına düştüğü bilgidir. İnsanlar, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma değişse de, bilginin değerini bilmektedir. Teknolojiyi bunun için seferber ettiği gibi, kurumlaştırdığı eğitime ciddi kaynaklar ayırmaktadır. Her köşede bilgi kovalamaktadır. Basın yayından, okullardan, bilgisayara ulaşan ciddi bir eğitim ağı bulunmaktadır. Bu böyledir de, insan bu harcamalarına ve çabasına rağmen eğitimden umulanı alabilmekte midir? Eğitim doğruyu bulmasına veya duygu dünyasına ne kadar cevap verebilmektedir? Bu bir problemdir ve çağın insanının en büyük boşluğu buradadır. Bilgi doğruları bulmamıza yardımcı olmaktadır, ancak bu doğrulardan mutluluk çıkarmamıza yetmemektedir. Bilgi, insanın duygu dünyasını fethetmekten çok uzaktır. İnsanın mutluluğu, duygulardan haz almaya daha yakın ve yatkındır. Mutluluk varsıllıktan çok duygusallıktır. Duygusallık, manevilik. Yunus bu duygusallık durumunu aşkla karşılamaktadır. Yunus aşkı hayatının ve varlığının mihveri yapmıştır. Varlığın birliğinde, düşüncesinde, hayal dünyasında hep aşk vardır. Aşk bir tür hayatın kendisidir. “Anamız aşk, babamız aşk, aşktan doğduk biz; aşklar arındıkça ilahi aşka çıkar.” diyen Mevlâna ile burada söz birliği içindedir. Kim bile, bugün belki de dünyadaki eksiğimiz aşksızlıktır. Üstün idrak hepimizin problemi belki, üstün idrake varmanın da yolu bu. En azından sevmesini bilenlerin iddiası bu. Neden olmasın? Hakkaniyete ulaşmanın yolu da buradan geçer. Nefsinin ardına düşen insan, doğrulardan ve sevgiden uzaklaşmaktadır. Zararlı ve marazlı bir hale gelmektedir, büyük yanlışlar yapmaktadır. İnançta, imanda hepimizin ruhunun darmadağınık olmadığını kim söyleyebilir? Hepimiz marazlı tipleriz ve doğru bakamamaktayız. Doğru bakabilsek, dünya bu emniyetsizlik ve güvensizlik sarmalına düşer, medeniyetler çatışması üretir miydi? İnsanlığın ruhunu tam kavrayacak ve kuşatacak durumlara ihtiyacı var, bunu nereden mi anlıyoruz? Ne adına bir örgüt kurarsanız kurun, ardını-önünü düşünmeden yığınlarca insanı yanınızda bulmanız mümkün. Bu insanlığın ciddi bir arayış içinde olduğuna işarettir. Mademki arıyor insan, o halde bulmaya değer olanın peşine-ardına takılmalı. Yunus bu koşuda bize ışık olabilir. Yeniden dünyaya ve varlığa aşkla bakabilmek.
Tabiidir ki toplumların, insanların bunu hedefleyebilmesi için eğitimde ve bilgilenmede eksiklerini gidermesi gerekmektedir. Çünkü bilgi hayatın deveran eden, üreten yüzünü karşılamaktadır. İnsanlık üretmek durumundadır, üretmek ve tüketmek ekseninde bilgilenmesi de hayatının devamı için bir mecburiyettir. Bunu yaparken de, hayatını anlamlı kılacak, ürettiğinden, tükettiğinden zevk alacağı bir ruhi akış içine de girmesi gerekmektedir. İnsanın dünyada mutlulukla tutunabilmesi için de, aşkı bilgisine karmalı-mezcetmelidir. Bir tür hayatının harcı yapabilmelidir. Bilgi bir başına mutluluğumuza yetememektedir, yetiyor diyen beri gelsin…
Henüz kapımızı çalan pandemi işimizi daha bir dramatize etmeye yetti. Bunca varlık içinde, gerçekte hiçbir şey olmadığımızı yeniden gördük ve anladık. Tabir yerindeyse, bir anda kendimizi ellerimizle inşa ettiğimiz mağaralarımızda bulduk. İlkel bir insandan daha fazla bir şeye sahip olmadığımız kaygısına ve korkusuna kapıldık. Bütün sütunlarımız darmadağın, dünyanın damı çökmüş, bir başımıza yapayalnız kalmış, bir bilinmeze savrulmuşuz; meğer Allah’tan başka hiçbir emniyetimiz yokmuş. Ve bir hiçmişiz… Bilmeden ve anlayamadan bir mahşer provası yaşayarak bunu da yakından gördük…
Bu hiçlik noktasını tadan insan, şüphesiz geleceğin karanlık kaygısı ile dönüp dönüp yeniden arkasına bakacaktır. Dünyanın damı altında yeniden ve yeniden huzur bulmak ve daha sıkı tutunmak için, emniyeti için, yeni sütunlar arayacak, belki inşa etmeyi düşünecektir. Geçmişi, eli mecbur, yeniden elekten geçirecektir, nerede hata yaptım diye. Bütün insanlık olduğu gibi, bizler de kendimize yeni emniyet supapları arayacağız şüphesiz. Burada önümüze; dinler, düşünceler, belki ideolojiler; peygamberler, filozoflar ve insanlar çıkacaktır. Özelikle bizim için bu önümüze çıkacaklar içinde “Bizim Yunus” yol işaretlerimizde mutlaka müstesna ve özel yerini alacaktır. Gerek dine, özelde İslam’a, gerek düşünceye, gerekse tasavvufa müracaat ettiğimizde; nasıl ki her yol başında Yunus’un karşısına bir Molla Kasım çıkıyor idiyse, bizim önümüze de her yol başında Yunus’un çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Pe ki kimdir bu Koca Yunus-Yunus Emre-Derviş Yunus-Bizim Yunus adları ile halen aramızda anılan ve ağızdan ağıza dolaşan fani? Yunus Emre’yi tarihler ve tarihçiler 1300 ‘lü yılların içinde yaşatır, seksen yıl ömür sürdüğünü menkıbevi hayatından anlıyoruz. Bu tarih dilimi bizi Anadolu’nun beylikler dönemine götürmektedir, Osmanlı’nın ise kuruluş yıllarına… Gerek Büyük Selçuklu, gerekse Anadolu Selçuklu devletleri ömürlerini çoktan tamamlamıştır. Moğolların tehdit edici varlığı halen hissedilmektedir. Anadolu emniyetsizlik içinde yüzmektedir. Kimin teknesinin nereye çarpacağı çok da belli olmayan, düzenin bozulduğu, yeni düzenin Anadolu’da kim, ya da kimler tarafından kurulacağının belirsiz olduğu yıllar. Belirsizlik demek güvensizlik demektir, Anadolu içinde Yunus’un da bulunduğu bir güvensizlik ortamıdır. Yunus bu iklimde boy veren bir mutasavvıf derviştir. Taptuk Emre’nin varlığından söz edilse de, gerçekte Yunus’un bir tarikatı var mıdır, bir şeyhe bağlanmış mıdır? Bunu bilmiyoruz, ama bir tarikat kurmadığını kesin olarak biliyoruz. Rivayet muhtelif olsa da, ben Yunus’un zamanın eğitim kurumlarından ciddi olarak yararlandığını, hem de üst seviyede yararlandığını, birçok tarihçi ile birlik düşünmekteyim. Ortaya koyduğu ve günümüze kadar ulaşan eserleri, duygu ve düşünce dünyası, gerekse konuşup yazdığı dil, kurduğu ilişkiler bunu bize yeterince açıklamaktadır. Nerede doğduğu, gerçekte nasıl bir hayat sürdüğü, doğduğu yerde mi ömrünü tamamladığı hakkında kesin bilgiye sahip değiliz. Bugün Eskişehir’de bir mezarı vardır, Karaman’da da mezarının olduğu yine bazı tarihçi görüşlerindendir. Türk Dünyası’nın neredeyse tamamında da makamının olduğunu biliyoruz. Yunus Anadolu’da yaşamıştır ama Türkçe’nin konuşulduğu her yerin fahri vatandaşı, dildaşı, gönüldaşı, bir derviştir.
Temsil bir kavrayış ve sunuş meselesidir. Peygamberler bu kavrayışı, sunuşu tebliğ yoluyla seçilmişler olarak gerçekleştirmişlerdir. Diğerleri bakımından ise durum biraz farklıdır. İnsanın kendisi elbet de çok önemlidir ama çevre ve koşullar, iddialar, zamanlama da çok önemlidir. İnsan egoist bir varlıktır, Yunusça aşkla karılmış olsa da. İnsan benimsediği doğruların başkaları tarafından da paylaşılmasını ister. Bir tür kendisini başkalarında görmek, bulmak… Düşüncenin, eylemin başkalarınca paylaşılması bir güven ortamı oluşturur. Güven arkasından gücü çağırır. Güç ve güvense, düşüncenin daha kolay ve fazla yayılmasını sağlar. Sonuçta biz insanlar, bir dini, düşünceyi, yönelişi kabullenirken önce o düşünceyi temsil eden ögelere sarılır, onu tanır, benimseriz. İnsanda canlı bir temsilci ve öge olduğundan, bütün eşya ve unsurlardan çekicidir ve caziptir. Önce bu çekim unsuru benimsenir, tanıma merakı artar, ardından o unsuru oluşturan düşünceye ulaşılır. Sonra düşüncenin kaynağına inilir. Daha sonra aynileşme ve bütünleşme başlar. Kısaca insan kendi benzerlerini oluşturmaktan keyif alırken, benimsediği her şeyi, kendisine benzetmekten asla kaçınmaz, buna din de dâhildir…
Biz Türkler, Arap ve Farslardan biraz daha farklı olarak İslam’ı daha çok tarikatlar üzerinden tanımış ve benimsemiş bir milletiz. Bu bir inat ve ısrar değil, tarihi bir zamanlama ve kaderdir. Tarihin o zaman diliminde, Fars ve Arap âleminde İslam tasavvufu en zirve dönemini yaşamakta ve meyvesini vermektedir. Bu bir yüzü ile kaçınılmaz da bir şeydir. Buna İslam’ı camiden çok tekke ve zaviyelerden tanımakta denebilir. Tasavvuf bizim din anlayışımızın içine dolaylı değil, doğrudan girmiştir. Çok yakında fethi gerçekleşecek Anadolu’ya kitleler bu donanımlarla birlikte gelmişler, çok kısa zamanda ciddi bir şehir medeniyeti kurmuşlardır. Kervansaraylar, camiler, tekkeler, zaviyeler, türbeler, han ve hamamlar bir arada yükselmiştir.
Konumuzun omurgasını oluşturan Yunus Emre’nin düşüncesinde ve şahsında bu işlevin birebir gerçekleştiğini görmekteyiz. Gerek çağında, gerek tarihi süreçte, gerekse günümüzde bu gerçekleşme kesintisiz süre gelmektedir.
İnsanlık dün de bugün de bizce yeterli olmasa da, Yunus’un ortaya koyduğu aşk çağrısına karşılık bulabilmiştir. Bir fert olmasına rağmen, ferdi aşan bir boyutta tarihi ve günümüzü etkilemiş, aşkın ve Türkçe’nin ses bayrağı olmuştur.
Yunus bunları yaparken çok bilinçlidir seçimlerinde. Gerek duyguda, gerek düşüncede, gerekse bilgide ve dilde, neyi nereye nasıl koyacağını çok iyi bilmektedir. Yunus’u bu anlamda en fazla kalıcı kılan şey; bir sevgi ve nefret skalasının olmasıdır. Bize kazandırdığı en önemli şey de bu çok güzel, mükemmelliğe varan Türkçe’nin yanı sıra bu skaladır. Yunus bu anlamda çok tutarlıdır ve hiçbir karmaşa önermez. Aşk diyen de, sevgi diyen de çok olmuştur ama Yunus kadar bu fotoğrafı netleştiren kimse olmamıştır. Yunus bu anlamda bir tür model üretmiş ve sunmuştur kendince.
Aşkı, kâinatın ve insanın temel kimyası kabul etmiştir. Sevgi Yunus’ta bu aşkın bir alt birimidir. Bir yüzü ile bütün sevgilerin toplamıdır aşk. Burada da bir başıboşluk yoktur, her şey Yunusça yerli yerindedir. Bu aşkla varacağı, belki ebediyen kalacağı, kalmayı çok isteyeceği, bütün istemelerinin, aşkının tek amacının vardığı, varacağı nihayetin de Allah’tır, Tanrı’dır. Yunus göğsünü gere gere Türkçe Tanrı demekten asla yüksünmez, bundan zerre kadar da bir kaygı, korku ve şüphe duymaz, çünkü neyi, nasıl maksat edindiğini çok iyi bilmektedir. Yunus bu aşk ve sevgi skalasın da en tepe noktada Allah’ı düşler, görür ve bulur; bütün bu sözler Yunus’a aittir, “görmek, bulmak” bizim kattığımız bir şey yoktur. Skalasının tabiri caizse bir alt basamağına, sevgili Peygamberimiz (S.A.V) i yerleştirir. Bütün tasavvuf ehli gibi o da, kâinatın O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığına inananlardandır. Üçüncü sıraya insanı yerleştirir, düpedüz âdemoğlunu, dördüncü sıraya, hayvanı, beşinci sıraya bitkiyi, altıncı sıraya eşyayı, bildiğimiz cansız varlık diye tanımladığımız varlığı kor ama bunların cansızlığına hükmetmez, onları da canlıdan sayarak muamele yapar ve skalasına yerleştirir ve skalasının dışında görünen, görünmeyen hiçbir şey bırakmaz. Sonra ölüm çıkagelir, Yunus da ölüm de en az aşk kadar gerçektir, her şey ölümlüdür ama “canlar ölesi değil” dir. “Ölümden ne korkarsın/ Korkma ebedi varsın.” derken, bir yandan ölüme meydan okur, bir yandan da hayat kadar hem gerçek olduğunu, hem de korkulacak bir şey olmadığını da aynı anda salık verir. Yeri gelmişken söylemeden geçemeyeceğim; eğer Yunus diye biri dünyada yaşamamış olsaydı, bugün İstiklal Marşımız “Korkma!” sözü ile başlıyor olmayacaktı. Merhum Mehmet Akif’in “Korkma!” sözcüğünü seçerken Yunus’un bu meydan okumasından etkilendiği, âcizane benim kanaatim. Akif’in yolunun bu anlamda kesinlikle Yunus’tan geçtiğine inanıyorum. Yunus da ölüm ötesi de hayat kadar gerçektir. Yunus’un aşk okyanusunda, ölüm ötesinin iki büyük kardinal karargâhı olan cennet ve cehennem de birer bahaneden ibarettir. Hayat ve ötesini, bir parçası burada, bir parçası orada, bir daire-çember kabul edersek, bu dairenin de bütün var oluş nedeni sadece ve sadece Allah ile olmaktan ibarettir. İçinden ve dışından, görünen ve görünmeyen varlığı ile çemberin gerçek sahibi Allah’tır. Bu çemberi döndüren tek şey de aşktır. Yunus’un bağlısı olduğu aşk çemberi böyle dönmektedir. Başta da söylediğimiz gibi, Yunus’ta her şey, Yunusça yerli yerindedir, hiçbir karmaşaya ve belirsizliğe yer yoktur.
Yunus bir aşk adamıdır ama bu sadece kendisin de baki kalmamıştır, tabir yerindeyse aşkı feryatları ile ayyuka çıkartmıştır bir tür dile düşürmüş, aşkı faş etmiştir! Bununla da yetinmemiş, yeniden aşkı ayağa kaldırmıştır… Ayağa kaldırdığı aşk, yedi yüz yıldan beri bir daha yerine oturmamıştır. Bütün tarikatlardan cemaatlere; nerede dört mümin bir araya gelse aralarında “Bizim Yunus” mutlaka beşincisidir; ne yapar eder, kendisine oturacak bir yer bulur ve avazı çıktığı kadar, aşkı yedi iklim dört bucakta dillendirmeye devam eder… Bir tasavvuf erbabı olması, aşkın bütün tarikatların, zikirden, ilahilere bir tür kimyasını oluşturması nedeniyle de, kimse de Yunus’a uğramadan edemez. Nasıl her tarikat Hz. Ali’den bir gül koparmak durumunda, bir tür Ali kapısından geçmek zorunluluğunda ise Yunus’tan bir aşk avazı da söylemeden edemez… Açık yahut kapalı, Yunus’un günümüze taşınmasında ve yaşatılmasında tarikatların çok mu çok büyük payı vardır. Onlar Yunus’suz yapamaz, Yunus da onlarsız… Dün de, bugünde bütün dini merasimlerin; camiden, tekkeye; tarikattan, cemaate; mevlitten, sohbete; kimyasında Yunus vardır ve dipdiri yaşamakta ve yaşatılmaktadır. Yunus da o zengin terennüm dünyası ile bunu sonuna kadar hak etmektedir.
Yunus demek, düpedüz dil demektir, Türkçe demektir. Bir dil bütün zenginliği, kavrayışı ve bütün incelikleri ile en mahirane nasıl kullanılır, bunun cevabı bizim dilimizde Yunus’tur. Tarihimizden Yunus diye biri gelip geçmeseydi, dilimiz bakımından değil, birçok şey bakımından çok fazla eksik kalacaktık. Türkçenin özellikle binli yıllardan sonra, yine özellikle Farsça ve Arapça tarafından, hem devletler katında, hem toplum nezdinde, çok fazla köşeye sıkıştırılmış olması, bir tür görmezden gelinmesi, yer yer yok sayılmasına, Karamanoğlu Mehmet Bey’in, “Bundan böyle dergâhta ve bargâhta Türkçe’den başka dil konuşulmayacaktır…” çıkışına kulak verip, Türkçe’nin yok sayılmasına rıza göstermeyenlerin başında da yine Yunus gelmektedir. Bu, Türkçe’nin sıkışmışlık durumu tarihi bir gerçek olup bu durum gelişmesine çok büyük zarar vermiştir. Türkçe’nin o günden, bu güne bir tür dondurulup buzdolabına kaldırılmasına neden olmuştur. Bu durum günümüzü etkileyecek kadar bize çok pahalıya mal olmuştur. Hem Arapça, hem Farsçadan en yüksek seviyede faydalanıp, Türkçe’nin de kendi mecrasında gelişmesi sağlanamaz mıydı? Bir başına Yunus değil de, Yunus gibi, onlarca, yüzlerce bu kıratta temsilci olsaydı belki mümkündü, ama olamamıştır. Olamaz çünkü bu eşyanın tabiatındandır. Sadece dil değil, bir şeyin devletler katında revaç bulması, benimsenmesi, öne çıkarılması doğrudan destek anlamına gelmektedir. Geçmişte; dinlerin, mezheplerin, tarikatların; dolayısıyla dillerin devletler katında kabul görmesi ve desteklenmesi, bir tür onların yaşama nedeni de olmuştur. Bir devlet tarafından temsili olmayan; dinler, diller, mezhepler ve tarikatların yaşaması ve yaşatılması çok kolay değildir. Birçok anlayış ve düşüncenin bugün esamisinin okunmuyor olmasının nedeni değersizliklerinden daha çok bu destekten yoksun olmalarındandır. Bir şeyin desteksiz yaşaması hiç mi mümkün değildir? Mümkündür, ancak asıl maksadını tam olarak gerçekleştirmesinden yoksun olarak mümkündür. Yok olmaz belki ama tam olarak var olması da gerçekten tartışılır. Tarihi gözlemlerimiz bize bunun böyle olduğunu salık vermektedir. Türkçe bu süreci yaşamıştır, bugün de batılı dillerin baskısı altında ne yazık ki yaşamaya devam etmektedir. Bütün bunlara rağmen var olmayı da başarmıştır. Öyle ki, bugün vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş varlığını bir tür Türkçeye borçludur desek, yeridir. Dilimiz olmasaydı bugün kurulmuş olamayabilirdi. Dil bakımından durum bu denli ciddi ve önemlidir, Yunusların da bunda payı büyüktür.
Bütün bunların ötesinde Yunus, 21.Yüzyıla girdiğimiz bu düzlemde halen bize bir şey söyler mi? Ve ya biz bugün Yunus’tan ne anlamalıyız yahut anlamalı mıyız? Bugün dilimize pelesenk ettiğimiz birçok tarihi şahsiyet gibi, sadece adını, sanını terennüm ederek kuru bir övünç mü duymalıyız? Sahi Yunus’a bugün neresinden ve nasıl bakmalıyız?
Tarih bir dikiz aynasıdır diyenler doğru söz söylerler. Dikiz aynamız olmadan, ne doğru yön bulabiliriz ne de sağda solda olup bitenin tam olarak farkına varırız. Demek ki doğru yolda gitmemiz için geçmiş, geçmiş içinde de Yunus ve Yunuslar bir gereklilik. Yunuslar bizim tarihi hafızamızı oluştururlar. Bir tarihi hafıza oluşturamamış toplumlar da insanlar da yarımdır. Bugün ki gerçekliğimizin tamlığa varması ancak bunlarla mümkündür. Bu bizim için değil, bütün toplumlar ve insanlık için de gereklidir.
Kâinat yaratıcının sünnetullahına uygun seyrini sürdürmektedir, burada bir araz ve arıza yoktur. Dünya bütün güzelliği ve ihtişamıyla ayağımızın altındadır. Bir de en güzel surette yaratılmış insandan haberliyiz. Buraya kadar bir problem gözükmemektedir. Pe ki böyledir de, bu hoyratlık da neyin nesi? İnsanın hem kendine, hem başkalarına, hem de bütün tabiata ve varlığa karşı kıyıcılığı ve vahşiliği neyin kimin nesi ola? Belli ki bu, düpedüz insan işidir. İnsan nefsinin ve aklının kazdığı çukura bile bile düşmesidir. İnsanın bu çukurlarını dolduramadan düzlüğe çıkması mümkün gözükmemektedir. Yapacağı iş nefsini ve aklını yok etmek değil, sadece doğru ve yerinde kullanmaktan ibarettir. Bunu yapabilmesinin ilk şartı da, nefret yerine her şeye önce gözü ile sonra gönlü ile doğru ve güzel bakabilmektir. Doğru ve güzel bakmak, ardından doğru eylemi-fiilleri getirecektir, bu kaçınılmazdır.
Yunus tam da burada işimizi kolaylaştıracak; nasıl bakmamız, nasıl görmemiz; bakıp gördüklerimizi nasıl gönüllememiz gerektiği konusunda, bize halen bir rehber olabilir. Neyi, nereye, nasıl koyup, karmaşadan nasıl kurtulacağımız konusunda da halen bizim için önemli bir anahtardır. Burada yapıp ettiklerinin tıpkı-aynısını alıp uygulamanız gerekmeye bilir, bu sizin bileceğiniz iştir. Hangi duygu ve düşünceye sahip olursanız olun, sizin için de halen ciddi bir rol modeldir. Allah’tan eşyaya inen, eşyadan Allah’a çıkan yollardan nasıl bir göz ve gönülle geçilir, bütün bu yolculukları halen Yunus’tan öğrenmek şansımız vardır.
Yeni dünyanın varlık açısından dağılımı insanlık için, büyük adaletsizlik taşısa da hiçbir eksiği yok gibidir. Yani rızıklar dünyası halen hepimize yetecek kadar boldur. Ancak bir şeyi eksiktir, hem de çok eksiktir; adaletsizlik ve sevgisizlik; adaleti de besleyen şey sevgidir. Sevgi olmadan da hiçbir şey, ama hiçbir şey, hiçbir zaman ve mekân da asla ve kat’a gerçek değerini bulamaz. Sevgi değer üreten en büyük insani mekanizmadır her çağda. İşe Yunuslayın bakarsak, bütün sevgilerin varacağı yer de, aşktır. Aşk, bütün sevgilerin bir araya toplanıp billurlaştığı halin adıdır. Yunus’ça da, bizce de dönüp, deveran eden kâinatın yakıtı aşktır. Nerede kötülük, hoyratlık, ikilik, kin, haset ve cimrilik varsa orada sevgisizlik ve aşksızlık vardır. Bütün dünya ve içinde bizler de, hem Yunus’a, hem de bu sevgiye ve aşka, bozkırdaki bir çekirdeğin- tohumun suya muhtaç olduğu kadar muhtacız. Bütün derdimiz ve belamız sevgisizlik ve aşksızlıktır desek yeridir. Yunus ile kol kola ve aşkla kalın…
Hayrettin Yazıcı