İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Hatırlamak mıdır zor olan yoksa unutmak mı? Kül mü yel mi? Yellere karışan hatıralar külde unutulanlara gebedir ya peki ya o zaman neleri unutabiliriz? Neleri yellere sürer hayatımızdan, benliğimizden geçmişimizden dahası geleceğimizden uzaklaştırabiliriz? Peki, külde unutulanlar zamanla sanrılarımıza köz olur mu? Kalıp hatırlamanın zorluğu gidip unutmanın ıstırabına karışırsa ya ne kadar devam edebiliriz, cevabı zaten belli olan sorularımızı daha da kusmaya?
Anılarımızın yangınından arda kalan ve hoyrat yellere karışmayan küllerimizden doğabilir miyiz? Kafasındaki son soru bu olmuştu, nem ve küf kokan koridorun solundaki yıpranmış tekli deri koltukta otururken. Çünkü nedensiz bir mahcubiyetin yükü altında ezilen bir sesle kendisine sesleniyordu ortaca yaşlı bir kadın. Kadının arkasında bıraktığı ayak izlerinin tadına basa basa takip ederken onu, aldı sorularını koydu cebine. Belki bu sefer pencerenin ardındaki anlamını yitirmiş dünyaya odaklı mağrur bakışlar, kendisine döner de, derin dehlizlerde susturulmuş cevapları kusar avucuna…
Geniş anlı ve kemerli burnuyla hiç de uyumlu durmayan kaz ayakları kadının yıpranmışlığını ele veriyordu. Ve aynı yıpranmışlık, kadının zoraki gülümsemesine eğreti duran mahcup sesinde de vardı. Sanki o ses yaratılıştan beri varmış da kadının kendisi sadece sese vücut olmuştu. Nem ve küf kokusuna gitgide geniz yakan bir idrar kokusu da eşlik ediyordu artık. Kadının sesi; Bırak bu soruları da, kokuları da. Sen annene bak asıl. Her gün yeller estiriyor burada. Küllerinden doğacakmış haspam, der gibiydi. Ama kulağına “Vuslat Hanım biraz rahatsız bugün, fazla yormayalım olur mu?” cümlesi ilişti. Ses söylenen cümlelerin altını kavisli kavisli çiziyordu, kapı zorlu bir buluşmaya açılırken.
Odada elle tutulur bir unutulmuşluk hissi vardı. Genizde koku, omuzda yük, yürekte burukluk vardı. Geçmişin külleri odayı griye boyamış. Hatıralar ise siyahla imlemiş annesinden geriye kalanı. Güneşin solgun ışıkları perdenin her aralığından içeri süzülerek, havadaki pişmanlık kokusunu daha da tütsüleştiriyordu. Yüzü pencereye, bilinci meçhule, hatıraları uçurumlara dönük Vuslat Hanım’ın sırtı, oğluna da geçmişini de bent. “Anne,” dedi. “Geldim” dedi. Geçti örtüsü kaymış yatağın yanındaki, kirden eprimiş koltuğa yığıldı. Bir cevap, bir ses en azından bir bakış. Çok muydu kendisine? Yok muydu geçmişi kül, geleceği yel olan bu kadından ona? “Ahhh yine deli sorular üşüştüler beynime aç akbabalar gibi.” diye düşünürken araladı göz kapaklarını; aynı donuk beden, aynı soluk beniz, aynı mutsuz duruş ve yine aynı kapılar ardındaki telaşsız arayış. Mabetleri talan edilmiş coğrafyaların sürgün halkı gibiydiler ve artık hiçbir şey onları mutlu edemez, hiçbir yel küllerinden doğuramazdı, rahmi unutulanlara gebe olanları.
“Nasılsın anne?” diyebildi sadece. Külün etrafında beyhude bir aşkla dans eden ateş böceklerinin telaşlı çırpınışları gibi atıyordu kalbi çünkü. Gözündeki bulutların intiharıydı sanki gözyaşları, durduramıyor ve avutamıyordu hiçbir yel. “Gidiyorum anne.” dedi gözleri uzakları kurcalayan, varlığı yaşadığı anı tanımayan annesine. Kalktı yerinden, sevgi açlığını doyurmaya çalışan öksüz bir çocuk edasıyla uzandı, dokundu annesinin giydiği hasta gömleğinde kaybolan narin omzuna. İrkildi annesi, yakınından geçen sapan taşının soğukluğunu hisseden bir kuş misali, ürkek. Sindi camın pervazına, gömdü kafasını kendi zifir karanlığına. Kapıya doğru yılmış adımlarla, hiç kapanmayan, kabuk tutmayan cerahatli sorularıyla ilerledi. Açtı kapıyı, içeriden daha çok delilik kokan dış dünyaya.
Döndü son kez baktı annesine. “Yurtdışına göreve gidiyorum anne. On altı yıldır geliyorum ve bu sana son gelişim anne. Bir kerecik baksaydın yüzüme, bir kerecik konuşsaydın, kucaklasaydın bir kerecik. Ama yok bu hastalıklı dünyaya delirerek katlanmayı seçtin sen, yani en kolay olanını. Beni, babamı hiç düşünmedin. Ama sana son kez söylüyorum anne. O gece benle babamın, dedemlerde yatması, sen ve iki kardeşimin evde yalnız kalmanız bizim suçumuz değildi. Sobadaki ateşin perdeyi, oradan da tüm evi tutuşturması bizim suçumuz değildi. Kardeşlerimin o alevlerin azgın dillerinde yok olması ne bizim suçumuz ne de senin ayılmayan yorgun bedeninin. Kardeşlerim toprağın altında çürürken, biz de toprağın üstünde köze bulandık anne. Onlar küle karışırken biz zamansız yellere savrulduk, araflarda kendi külümüze bulandık. Hoşça kal anne…” dedi ve odadan, hastaneden ve dahası bu şehirden hızlı adımlarla uzaklaştı. Ne annesinin gözünden akan üzüm tanesi büyüklüğündeki gözyaşlarının dudağının kenarında ağulu bir şaraba dönüştüğünü bildi ne de annesinin o gece geçirdiği sinir krizinin, tekleyen kalbini durdurmaya yettiğini bildi.
Emine Peker Şansal