KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Dışarıda iki gündür aralıksız yağan karın yerini kuru bir ayaza almıştı. Dillere pelesenk olmuş Ankara’nın ayazına rağmen araçların ve insanların yoğunluğundan yağan kar da yerde durmayıp erimiş, geriye vitrinlerden kaldırımlara vuran ışıkların parlattığı çamurlu bir ıslaklık kalmıştı. Hiç sevmediğim, bir türlü alışamadığım bir görüntüydü o yıllarda. Bana sorsaydınız benim mevsimim yazdı. Gecenin, gündüzün sıcaklığını, her yerin temiz ve kuru olmasını pek bir önemserdim, ta ki onunla tanışıncaya kadar. Şubat ayının başlarına denk geliyordu galiba, onunla Ankara’nın en işlek yerlerinden biri olan Kızılay’ın Sakarya Caddesi’yle Mithat Paşa Caddesi’nin kesiştiği noktada olan karşılaşmamız.
Vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Cadde boyunca yan yana uzanan binalardaki ışıkların birkaçı dışında çoğu sönmüş, dışarıya içeriden bile rahatlıkla hissedilecek derecede soğuk bir hava hâkim olmuştu. İnsanlar tek tük sokaklardan çekilmiş, yerlerini sokak hayvanları ve kimsesizler almıştı. Şimdi buzdağının görünmeyen yüzü sular üstündeydi. Her gece olduğu gibi bu gece de bir ölüm kalım mücadelesi yaşanacak, karnını doyurup sıcak bir yer bulanlar şanslı, şansızlar ise gecenin sabahına varmadan ya bir çöp tenekesinde ya da kimsesizler mezarlığında bu adaletsiz savaşın kaybedeni olacaktı. O, o gün ve sonrasındaki günler şanslı olanlardandı. En azından sıcak bir yer konusunda. O zamanlar elimden ancak bu kadarı gelebiliyordu. Onu ilk gördüğümde, daha doğrusu ilk fark ettiğim de tedirgin ürkek bir hali vardı. Birkaç kere önümden gelip geçtiğini sonraları hatırlayacaktım. Sağı solu kolaçan etmiş, kimsenin olup olmadığına bakmıştı. Emin olduğunda arkasından çıkardığı karton kutuyu da beraberinde getirip usulca ayakuçlarıma sermişti.
Dalgalı kirli kumral saçları, iri siyah gözleri, yenmiş tırnaklı elleri olan on üç on dört yaşlarında sıska bir oğlan çocuğuydu. Kirli ve ıslak olan kıyafetlerinin ona ait değilmiş gibi bir görünümü vardı. Her kıyafetinin bir yerinden yoksulluğuna rağmen bolluk akıyordu. Dizlerine kadar uzanan kazağı, vücuduna göre büyük duran ayakkabıları, ellerinin kaybolduğu kabanı… Sadece kıyafetlerinin içinde değil, şu kısacık yaşamında kaybolmuş gibiydi. Esmer yüzünün uzun zamandır suyla karşılaşmamış bir hali vardı. Kir pas içindeydi. Onu arındırmak için su lazımdı ancak her şeyden önce mevsim kıştı. Onun bunu sorun eder gibi bir hali yoktu. Beğenilmekten önce ısınmak, karnını doyurmak ve hayatta kalmak gibi bir öncelik listesinde yüzünün kiri fark edilmeyecek kadar aşağılarda yer alıyordu.
Bir gün nereden bulmuşsa bulmuş bir yastıkla çıkageldiğinde; o kirli yüzünün bu kadar keyifle güldüğünü ilk defa gördüm. Başkası için anlamını kaybeden, değersizleşen bir eşyanın başka biri için bu kadar anlamlı, bu kadar değerli olduğunu görmesem inanmazdım. Gülen siyah gözlerinin içine adeta bir yıldız gelip oturmuştu neşeden. Zamanla ekmeğini, suyunu getirdi. Gündüzleri uğramazdı ama yine de ben onu zaman zaman sokaktan gelip geçerken görürdüm. Amaçsız dolaşır gibi bir görünümü vardı aynı sokaktaki kediler ve köpekler gibi. Bu yüzden ona da diğer insanlar, aynı kedilere ve köpeklere davrandıkları gibi davranırlar, gücü yetenler iter kalkar, gücü yetmeyenler yollarını değiştirirler, bazıları da eline üç beş bir şeyler sıkıştırırdı.
Adını hiçbir zaman öğrenemedim onun. Umursamadığımdan değil. Bir kez olsun ona adıyla hitap edildiğini duymamıştım! Duysam bilirdim ve bir daha hiç mi hiç unutmazdım. Onun için arkasından sokak çocuğu diyorlardı ama ben bilirdim ki bu onun adı değildi. Nasıl mı bu kadar emindim? Bu kelimeye bir kez olsun kafasını çevirip baktığını görmedim…
Bir gün yanında bir arkadaşıyla çıkageldi. Sarı tüyleri olan kuyruklu arkadaşının sonradan öğrendiğime göre adı Kral’dı. Kimsenin görmediğine emin olduktan sonra onu da karton kutu, yastık gibi içeri aldı. Yaşlı ve hasta bir görünümü vardı Kral’ın. Islanmış tüylerinin altından vücuduna yapışan kemikleri sayılır gibiydi. Uzun süredir sokaklarda olmalıydı ve doğru dürüst beslenmiş gibi görünmüyordu. Isındıkça kendine geldi Kral, kuyruğunu sağa sola sallayarak sokaklarda düşürdüğü neşesini yeniden bulmuşa benziyordu.
O günden sonra Kral’la birlikte gelip gider olmuşlardı. Gece geç saatte kimselerin olmadığından emin olduklarında gelirler ve yine sabah, güneş doğmadan kimselere görünmeden kalkar giderlerdi. Gün boyunca onca işin arasında aklım hep ikisinde olurdu. Ne yerler ne içerler, nerelerde kiminle dolaşırlar? Onca insan gelir gider birçoğunun adını sanını, ne kadar parası olduğunu, borçlarını, taksitlerini bildiğim halde o kadar insan yoğunluğu arasında gün boyunca kendimi o kadar yalnız hissederdim ki, ta ki Kral ile O’nu gecenin sonunda sokağın başında görene kadar. Hiç bir şey onları gördüğüm andaki kadar mutlu etmezdi beni. Ne güler yüzlü bir müşteri, ne başımın üstündeki çatı, ne de cebimdeki para miktarı…
Kral değişmişti zamanla. İlk günkü gibi zayıf, sıska, hastalıklı görünmüyordu. Semirmiş, kemikleri görünmez olmuş, tüyleri de giderek yoğunlaşmıştı. Eskisine göre iyi beslenildiği gözlerinin parlaklığından hemen anlaşılıyordu. O ise aynıydı ancak Kral’dan sonra daha bir güler yüzlü olmuştu. Yastığa kafasını kor, arkadan Kral’a sarılır, dışardaki soğuk havaya karşı birlikte ısınırlardı. Nadir de olsa Kral ile konuştuğu olurdu.
-Kral! Harbiden kralsın biliyorsun değil mi? Tamam tamam sus, bir şey söyleme. İyi ki varsın, iyi ki yanımdasın. Keşke ikimiz içinde farklı olabilseydi her şey. Nerden mi çıktı şimdi bu? Bilmiyorum… Yok, yok biliyorum da nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Bana kızacaksın belki, belki bir daha benimle konuşmayacaksın ama bunu sana söylemem gerekiyor. Arkadaş değil miyiz seninle? Birbirimize yalan söylemek yoktu hani. O yüzden beni anlayacağını düşünüyorum. Bazen diyorum ki… Hayır, hayır hayır… Son zamanlarda çoğu zaman bunu düşünüyorum. Keşke yanımda şuan Kral değil de annem olsaydı. Öyle bakma bana. Seni istemediğimden söylemiyorum bunu. Ama ne biliyim hem annem olsaydı… O, ikimizin de annesi olur, daha iyi bakardı bize. Ne? Sen mi bakacaksın bana? Koruyacak mısın beni? İlahi Kral! Güldürdün beni. Anasının babasının korumadığını sen mi koruyacaksın?”
Korumuştu Kral, en azından korumaya çalıştı. Bırakıp gitmedi annesi, babası gibi. Kaçmadı. Sabahın o soğuğunda kendisini ve onu sokağa atmak için gelen mavi şapkalı mavi gömleklilere direndi. Dişlerini gösterdi, kendilerine bir ekmeği, bir suyu, sıcak bir yuvayı çok görenlere. Sesini yükseltti sesini kaybeden onca evsiz barksızların yerine. Direndi, direndi, direndi… Bir dost, bir arkadaş, bir köpek ne kadar direnebilirse o kadar direndi. Anasından, babasından çok direndi. Ancak o susuyordu önünde tırnaklarını taş zemine geçirip direnen Kral’ın ardında. Susuyordu çünkü sokaklar ona Kral’ın hiçbir zaman öğrenemeyeceği bir şeyi öğretmişti. Tek tek açmışlardı sıktığı yumruklardan parmaklarını, avuç içi gökyüzünü gösterene kadar yakmışlardı içinde dimdik duran yemyeşil ağaçları… Bir ses duyuldu öncekilere benzemeyen ve bir çığlıkla yere düştü Kral, alıp götürdüler bir daha direnmesine izin vermeden. O, bağırdı çağırdı gözyaşı döktü arkadaşının ardından, onun da elinden tutup söküp aldılar sıcacık kucağımdan. Biri kartonları aldı, yastığı bir diğeri. Ondan geriye bırakmadılar hiçbir şeyi.
Sustum. Hiçbir şey diyemedim olup bitenler karşısında. Çünkü beni ilgilendirmiyordu, en azından o zamanlar böyle düşünüyordum. Karnım tok sırtım pekti. Diğerleri gibi aç açık da değildim… Hem Kral’ı yere düşürüp O’nu götürenlerin arasında tanıdıklarım vardı. Pek samimi olmasak da iş icabı ayın on beşi dedin mi soluğu bende alırlardı. Birkaç kelimeyi geçmese de sohbetimiz, yine de aramızda bir hukukumuz vardı. En azından ben öyle olduğunu düşünürdüm ta ki geçenlerde ayın başı olmadan bir arabayla gelip önümde durana kadar. Daha ben ne olduğunu anlamadan, tek tek söktüler, çevremdeki beni bu soğuk Ankara ayazından koruyan camekânları… Direnip itiraz edecektim olmadı. Meğerse her şeye susanın, zamanı geldiğinde çıkmıyormuş sesi soluğu… Titriyorum, birbirine vuruyor dişlerim. Bir bankanın ATM’si olarak artık ben de üşüyorum…
Ali Demir