SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
MAVİ BEBELA
An gelir
Paldır küldür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür
An gelir biter muhabbet
Şarkılar susar heves kalmaz
Atilla ilhan
“Şimdi bu yaşımda, geçmiş kırk yılın yükü omuzlarımda, kozamdan çıkmaya çalışıyorum. Henüz başarmış değilim. Belki bir günüm anca var kalan ömrümde belki kırk yılım. Ne önemi var ki, artık ne olmak istediğimi çok iyi biliyorum. Masmavi bir kelebek. Onca mavilikte görülmeyen, fark edilemeyen bir küçük kelebek. İsmimde çocukluktan kalma, Mavi Bebela.”
İmzasını atıp tarihini yazdı satırlar altına. Sonra da abajurun ışığını kapattı. Çok sıradan bir akşam olmuştu o akşam. İşten gelmiş, yemeğini yapmış, çocuklarını doyurmuş, kardeşleriyle telefonla konuşmuş, kocasının meyvesini yedirmiş, iki sıra kazağının ön patını örmüş beğenmemiş biraz sökmüş sonra tekrar örmüştü. Televizyonda bir yandan kurulan bir yandan bozulan ittifakları izlemiş, bir şehirde cinnet geçiren kocanın karısını yirmi bir yerden bıçaklama haberine dikkat kesilmiş, spiker artan pazar fiyatlarından şikâyet edenlerle röportaj yaparken dayanamamış kumandanın kırmızısına basmıştı. Sağda mı solda mı sorun anlayamadan kazağından iki sıra daha sökmüştü.
Rutindi işte. Her şey rutindi. Neydi gece yarısı yatağından fırlatan, o kalemi eline aldıran, gözlerinden iki damlanın tuzunu ağzına akıtan. Düşündü, bulamadı, uyudu.
“Çocuklar kahvaltı hazır hadi soğumasın yumurta. Ya haydi diyorum, kalkın öğlen oldu bir depreşemediniz yerinizden.”
Söyleniyor söylenirken çay dolduruyordu bardaklara. Kocası geldi yanağına bir öpücük kondurdu.
“Oo benim sultanım gene sol tarafından kalkmış, ne kızıyorsun sabah sabah?”
“Kızmıyorum ama bu kaçıncı ünlemem. Bir zahmet edip yerinizden kımıldamıyorsunuz.”
“Yahu haberlere bakıyordum neler olmuş neler memlekette”
“Bu memlekette olanlar da ölenler de bitmez”
Umursamaz tavırla tabağını çatalını koydu kocasının önüne. Kocası çoktan eliyle zeytine peynire dalmıştı oysaki.
“Peynirin tadı biraz bozulmuş sanki.” dedi ağzını buruşturarak. “Boş ver tadı tuzu ye işte neyin tadı var ki!”
Adamcağız şaşırmıştı. Kadının hallerinde bir gariplik vardı. Bu huysuzluk huzursuzluk neydi? Ara ara hırçınlaştığı terslendiği olurdu da bugünkü donuk bakışları, şiş gözleri her zamankinden farklıydı sanki.
“İyi misin hayatım neyin var senin?”
Sorusuna özenle sormuş aynı özenle gözlerinin içine bakmıştı karısının. Keşke aynı özenle lokmasını da yeseydi. Ağzını bir sala bir sola -geviş getiren bir hayvan edasıyla- çeviriyor, çıkan şapır şupur seslere ise aldırış etmiyordu. Cevap gelmeyince de tereyağlı yumurtasına dalmıştı.
“Çocukları ne diye beklemiyorsun,” diye söylendi bu sefer. Kocası ise birkaç lokmayı ağzına tıkıştırıp zaten doyan midesini de alıp kalktı sofradan.
“Anlaşıldı bugün solundan kalktın sen, sana afiyet olsun”
“Nereye, sofrayı toplamadan nereye? Hiçbir şey yapmadan nereye?”
Zaten şiş ve kırmızı olan gözleri iyice irileşmiş alev saçıyordu. Kocası cevap vermeden, cevap veremeden usulca oturdu sandalyeye. Bağırmaya devam ediyordu kadın.
“Ne oturuyorsun? Neden oturuyorsun? Oturmanın vakti mi?” Kadın öfkeli adam şaşkın elinde defterle oğulları girdi içeriye.
“Anne dün sana şiir okumuştum ya Atilla İlhan’ın, edebiyat ödevi için. Onun açıklaması için internete baktım bir şey bulamadım babama mı sorsak?”
Hava Kantar Yıldırım