0

KUYUNUN PRENSESİ

Aradan geçen onca zamana rağmen kendini hâlâ o yerde hissediyordu. Emin olamıyordu bazen, aradan onca zaman geçmiş miydi? Elleri büyüktü evet, ayakları, boyu… Kimse ona kanıtlayamazdı çokça zamanın geçtiğini, o hâlâ ordaydı çünkü.

Kuru bir kıştı. Hava soğuk ve kuraktı. Soğuğun da insanın vücudunu yakabildiğini o gün anlamıştı. Nasıl olurdu ama? Sıcağın yapabildiğini onun zıttı olan soğuk nasıl yapabiliyordu? Çocuk aklıyla yaşadığı acıyı düşünmenin yanı sıra bunları da düşünüyordu. Ve nasıl oluyorsa düşünceleri tüm bedenini çevreliyordu. Hayal gücünün gücü bu olmalıydı. Düşündüğünü yaşayabilmek. Belki de sıcak ve soğuk da aynı şeyi yapıyordu; aynı şeyi sevip düşündükleri için aynı şeyi yapıyorlardı. Ne yani, biz sıcağın ve soğuğun düşümüydük? Ya da gece ve gündüzün. Çünkü gece ve gündüz de aynı şeyi yapabiliyorlar. Bazen gündüz karanlık olabiliyor gece gibi, bazen de gece aydınlık olabiliyor gündüz gibi.

Karanlıkta at arabası çamura batmasın diye bahçeye dökülen çakıl taşları içinde zorlanarak yürüyordu. Epey karanlıktı. Ay kendini kara bulutların hükmüne bırakmış, ihtişamını daha güzel günler için saklıyordu. Elif, daha önce duymadığı cırcır böceklerinin sesinin büyüsüne kapılıp annesinin dalgınlığından faydalanarak açık mutfak kapısından bahçeye sıvışmıştı. Muhabbetleri o kadar koyulaşmıştı ki annesi ve halası, onun yokluğunu uzun süre fark etmediler. Böylece Elif’in maceraya atılacak yeterince zamanı olmuştu.

Elinde bez bebeği ile bahçede ağaçların olduğu karanlık bölüme doğru yürüyor, etrafında görebildiği her şeyi hayal gücünün süzgecinden geçire geçire uzunca bakışlarla süzüyordu. Yerdeki taşlara göre daha parlak olan ufak bir mermer taşını salonun penceresinden süzülen ışığa tutup, “Sen benim güç taşım mısın?” diye sorduktan sonra taşın cevabını bile beklemeden cebine koymuştu sevinçle. Cebindeki taştan cesaret almış olmalıydı ki karanlığa, ağaçların içine doğru emin adımlarla ilerledi. Bu onun, halasının çiftliğindeki unutulmaz macerası olacaktı.

Ayakları çamura bulanıyor ve evin ışıkları gittikçe uzakta kalıyordu. Portakal ağaçlarının kokusu onu cezbetmiş olacak ki ara sıra gözünü kapatıp derin derin nefesler çekiyordu içine. Cırcır böcekleri ise onun geldiğini duymuşlar gibi daha bir cazibeli cırlıyorlardı. Bu da onu kendisini peri masalındaymış gibi hissettiriyor, heyecanlandırıyordu. İçi içine sığmıyor, orman ahalisin onun için hazırladıkları tahta bir an önce oturmak için adımlarını daha da sıklaştırıyordu. Karanlıktan ve onun içinde gizlenen tehlikelerden haberdar olamayacak kadar acemi bir prensesti Elif.

Gözünü gökyüzüne çevirdi bir an, o nasıl bir güzellikti öyle. Kara bulutlar kopkoyu mavi olan gökyüzünün içinde nasıl da güzel duruyorlardı öyle! Az önce bahçede gördüğü gökyüzü değildi sanki. Evet evet, bu krallığına yaklaştığının bir işareti olmalıydı. Çünkü insanlar ait oldukları yere yaklaştıkça dünya onlara daha güzel görünüyordu. Şeffaf bir perde olmalıydı gözlerimizde ve kalbimiz onu ancak en çok sevdiği yerde kaldırıyor olmalıydı. Böylece her şey daha muhteşem görünüyordu ait olduğumuz yerde. Tam da bunu yaşıyordu galiba. Cebindeki taşı çıkardı. Az evvelki gibi parlamasa da hâlâ pürüzsüzdü ve ona güç veriyor, yol gösteriyordu.

Ara ara göğe bakıyor, bazen eğilip otlara bir şeyler fısıldıyor, bazen de ağaçların kokusunu içine çekip mutlulukla dönüyordu etrafında. Sonra bir ara durup düşündü.

“Karanlıktan neden korkuyor ki çocuklar? Bence harika! İstediğim her şekle girebiliyor her şey karanlıkta. Mesela sen güzel ağaç, benim kalemin kapısını koruyan sadık bir dev askersin.” deyip ağacın gövdesine sarıldı.

“Sen güzel yıkık duvar, halkıma senin üstüne çıkarak sesleniyorum.” demeye kalmadan gökyüzünden bir yıldız kaydığını gördü. Kalbi heyecanın duvarlarına çarpıp geri döndü. Ama o arada nasıl olduysa ayağının altından kaydı yer. Koca bir deliğin içine yuvarlanıverdi.

Etrafında yüksek kale duvarları, bakır rengi, annesinin Mardin’den aldığı çaydanlıktaki gibi, beyaz renkte çeşitli figürlerle dövülmüş devasa bir kapı ve önünde iki dev asker olan bir kalenin kapısının önündeydi şimdi. Bez bebeği ıslanmıştı, etrafında hiç su olmamasına rağmen. Elini cebindeki taşa uzatmaya çalışıyor ama bir türlü bulamıyordu cebini. Sonra hayreti onu kendine getirdi. Bebeğine sarılıp kale kapısından içeri girdi. İçerisi cennet dedikleri yerin ta kendisiydi. Her türlü ağaç ve güzel çiçek vardı orda. Daha önce hiç karşılaşmadığı güzel kokular geliyordu burnuna. Kokuları severdi. Burnunun da ayrı duyguları olduğuna inanırdı. Her koku ayrı bir duyguydu burnu için.

Sonra cırcır böcekleri geldi ona doğru. Bir sürü cırcır böceği. Onları daha önce görmemişti ama seslerinden tanıyordu. Hepsinin yüzünde tebessüm vardı ve kanatlarında altın işlemeler. Ona yaklaştıkça ikiye bölündü cırcır böceklerinin sürüsü. Aralarından, kanatlarının üstünde ışıltılı bir taç taşıyan büyük bir böcek çıkageldi. Elif’in gözlerinin hizasında durarak,

“Hoş geldiniz prensesim.” dedi gülümseyerek. “Gelin peşimden lütfen tahtınıza gidelim. Sizi bekliyorduk uzun süredir…”

Etrafı altınla süslenmiş mermer bir tahttı bu. Cebindeki taşa çok benziyordu. Heyecanla cebini yoklamak için atıldı ama cebini bir türlü bulamıyordu nedense.

“Bak güzel güç taşı, gücünü benim tahtımdan alıyormuşsun.” diyecekti ona. Ama bulamadı. İçinde bir huzursuzluk belirdi. Bebeğine sarılmak istedi ama az önce kucağında duran bebeği de yoktu artık yanında. “Neler oluyor?” dedi korkuyla.

Tahtından bir ışık belirdi sonra, gözlerini kamaştıran bir ışık. Gittikçe parlıyordu. Gözlerini sıkıca kapatarak “Anne!” diye haykırdı. Gözlerini açtığında kendini hastane odasının parlak ışığı altında buldu.

Şimdi ise aradan çok zaman geçmesine rağmen, hâlâ gözlerini kapattığında krallığına gidebiliyordu. Annesi ona düştüğü kuyuyu ve sonrasında olanları defalarca anlatmış olsa da o kendi yaşadıklarının daha gerçek olduğunu savunuyordu. O günden sonra oturmak zorunda olduğu tekerlekli sandalyesini de beyaz, parlak mermerden prenses tahtı olarak gördü. Ve krallığından ayrılırken, son defa gördüğü o büyük cırcır böceğinin, onun arkasından haykıran sesini hiç silemedi kulağından.

“Hayallerinize sarılın prensesim, sizin asıl yurdunuz orası.” diyordu.

Gazel yiğit

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler