0

DİLSİZ SEVDA

Sıcak bir ağustos gecesinde davullu zurnalı düğün sesi bir yana, uzaktan gelen portakal kokuları başımı döndürüyordu. Bir daha bu güzelim narenciye kokularını alabilir miydim, bilmiyordum. Tıpkı içimdeki hüzün gibi, kızlı erkekli halay kaç dolam olmuştu, şaşkındım.  Babam yaşamış olsaydı yine verir miydi, koparır mıydı beni toprağımdan kökümden… Bunu bilmem imkânsızdı. Ne olursa olsun gelin olup tanımadığım şehre, bilmediğim adama gidemem… Bu evden bir tas çorba çıkmaz mıydı bana, seve seve çalışırdım portakal bahçelerinde. Hem yine görürdüm onu, yine gözlerime bakıp anlatırdı belki yüreğimi okşayan sesi ile hikâyeyi…

“(Bir adam bir düş gördü ve uyandığında düşünü yorumlaması için kâhine danışmaya gitti. Kâhin adama, ‘Bana uyanıkken gördüğün düşlerle gel ki, anlamlarını sana söyleyebileyim. Uykuda gördüğün düşler ne benim bilgeliğime ne de senin hayal gücüne aittir.’ dedi.)”

Gözleri parlıyordu, cevap veremeden mutlu şekilde dinlemiştim onu. Gülümseyerek bakınca, içimdeki volkan harekete geçip gözlerinde bulmuştum kendimi.

“Beğendin mi?” diye sorduğunda başımı sallayarak onay vermiştim. “Sevdiğim Doğulu bir yazarın kitabından okudum.” demişti.

Şimdi yanımda olsa, yine gözlerime doğru eğerdi başını, konuşmamı beklerdi. Başta olduğu gibi, yoksa kendisini anlamadığımı mı sanırdı? Belki bir kere daha görürdüm gözlerini, gülüşünü… Görür müydüm? Yok, yok bitti! Nerde!

Sonun başlangıcı olan o kasım ayının cumartesi sabahı, güle eğlene gitmiştik portakal bahçesine. Kızlar kamyonettin sallana sallana gidişine uyum sağlayarak hem söyleyip hem oynuyorlardı.

“Duvarda elek mi olur? / Elkızı melek mi olur?”

 Küfelerle portakal taşıyan ellerimizdeki dal çiziklerini gören, gönül koyar mı ki bize? Çorba saati gelirdi birazdan, o zaman gönlüm yerinden oynardı. Patronun öğretmen oğlu dağıtırdı çorbaları. Bilmezdi kalbimin nasıl dağılıp toparlandığını. Kendisini görünce içim titrerdi.

Polis arabaları tarlaya gelince ortalık toz dumana belenmişti birden. “Polisler niye alır Rıfat’ı?” diyemedim, dillendiremedim sevgimi. “Seviyorum seni Helin.” dedikçe eğildi başım, diyemedim… Dilsizliğime kızdım defalarca, neyin cezasıydı bu dilsizliğim.

Anam kızar gözükür, hep söylenirdi. Hem üzülür hem de bastırırdı duygularını. Durup durup, “Yakışır mı yetim, dilsiz kıza, beyin öğretmen oğlu?” der de başka bir şey demezdi.  Bilirdim içi yanardı kınalı kuzusuna. Benim de içim yanardı. Kışa inat, kışa kahır… Kış bitti, bahar bitti, yazı göstermediler bana…

İzmir’e, kendi toprağımdan, kendi dilimden birine gelin ettiler beni aile büyüklerimin kararıyla. Ağıtlarım boşa. Hayır demek için, bomba gibi patlar dilim, lakin dönmez…

Dilsizliğime isyanım… Sığındığım kapının karısıyım işte, sadece o kadar. İyi ki dilsizim…

Kocam, okulu anlatır da anlatır. Çocukların kavgalarını, gürültülerini, neşelerini…

“Keşke hademe değil de öğretmen olsaydım, ne güzel olurdu değil mi?” der arada bir. Hüznümü içimde boğarak başımla, gözümle gülümserim sadece. Öğretmenleri anlattıkça aklım gider, bir önceki kışa. İhanet midir bu? Değil. İhanet. Aklım gider gelir. Evet… Hayır…

“Ben de öğretmen olsaydım, bize de gelirdi değil mi öğretmenler. Davet etsek olur mu Helin?” demişti bir gün.

 Başımı eğince evet dediğimi anlamıştı.

Hafta sonu bazı öğretmenler misafirimiz olmayı kabul etmişti. Kocamda bir telaş, bir sevinç… Öğretmenlerden birinin Van yemeği isteği üzerine keledoş bile yaptı. Sofra hazır, keledoşun kokusu kapı eşiğinden dışarıya dağılmakta. Zil çalıyor. Kocam kapıyı açtı.

Elimdeki sürahi yere düşüp tuzla buz oldu, Rıfat karşımda duruyordu. Kalbime saplanan kızgın şişin cızırtısını hissettim o an. Öylece donakaldım. Dilsizliğime sitemimim yok, önceden dilim olaydı.

Kazım Demir

Leave a Comment

İlgili İçerikler