SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
BİR SABAH HİKÂYESİ
İki yıl önce tayin edilmişti Aysel Hemşire. Büyük şehirde geçen, o yoğun ve telâşe dolu yaşamı hayat mücadelesi uğruna geride bırakmış, ailesinden ayrılıp buralara gelmişti. Çalıştığı sağlık ocağında geçen çalışma saatleri dışında, zamanını anlamlı kılacak bir uğraşısı olmadığından, çevresine olan ilgisini yoğunlaştırmak, insanları daha bir gözlemci bakışla incelemekti çoğunlukla yaptığı. Hastalar ve onların yakınlarıyla olan meslekî ilişkisi, giderek tanışıklığa giden yolu açmıştı. Bu dar çevrede sıradan yaşantılarıyla insanlar, dikkate değer izlenim uyandırmayan kişiler topluluğunu oluşturuyordu. Ama sadece düşüncelerini az da olsa meşgul eden kişilerden birisi çoban Murat, diğeri de kendi dünyasında yaşayan 50 yaşında, çocuksu ruhu ve hayalciliğiyle Hulusi adında işsiz uğraşsız birisiydi. Her karşılaşmalarında o çekingen ruh haliyle, sadece hâl hatır sorularına kısa cevap verir, dalgınlık halinden çıkmamak için sohbetin kısa sürmesi isteğini üstü kapalı belli ederdi. Bu yüzden Aysel Hemşire, çok istemesine rağmen Hulusi’nin bu dışa kapalı kişiliğini aşamamış, düşüncelerine ulaşamamıştı.
* *
Aysel Hemşire, dün gece daha önceki günlerinde hiç uyanmadığı bir vakitte yatağından kalktı. Sabah yaklaşmaktaydı. Perdesini araladı. Mahallesinin en uç konumunda yer alan, cephesi az ötesinden başlayarak kuzeye uzanan tarlalar ve 400 metre kadar ilerideki koruluk alana bakan bir evde oturuyordu. Dünkü yağış, yerini hafif puslu, oldukça serin bir havaya bırakmıştı. Dalları çıplaklaşmış ıslak gövdeler, hafif rüzgârın kıpırdattığı solgun yaprakların hafif savruluşları ve soylu hüznüyle bir doğa sessizce kendi içine kapanmaktaydı. Tan yeri kızıllığı ağarmaya yüz tutmuştu. Tam bu sırada, sık aralıklarla yinelenen ve giderek yaklaşmakta olan çıngırak sesini duydu. Güttüğü sürüsünün hemen arkasında, güven duyuran bir kavrayışla elinde tuttuğu değneğiyle çoban Murat geliyordu. Üstündeki kepenek, keskin ve kaba kesimli omuz başları nedeniyle onu olduğundan daha heybetli gösteriyordu. Aysel Hemşire açtığı penceresinden seslendi:
“Hayırlı sabahlar. Kolay gelsin!”
“Sağ ol hemşire hanım. Ama gün iyi başlamıyor, ne çare. Sürüde üç eksiğim var.” diye karşılık verdi, Murat. “Buralarda hırsızlık görülmüş şey değil ama…”
“Bulunur inşallah, tez zamanda.”
Murat, elini iki yana açarak boynunu büktü. Sürüsüyle ağır ağır uzaklaştı.
Yarım saat sonra Murat ve sürüsü, otlaktaydılar. Hava daha aydınlanmış, koyunlar, dağılarak otlanmaya başlamışlardı. Çok zaman geçmemişti ki, koyunlardan biri beklenmedik şekilde sürüden ayrıldı. Yakınlarında bulunan yıllar öncesinden terk edilmiş maden ocağına doğru bütün hızıyla koşuyordu. Murat, bu durumu fark ettiğinde koyun, hedefine iyice yaklaşmıştı. Hemen davranıp peşinden gitti. O sırada, madenin kapısından iki koyunla bir kuzu çıkıverdiler. Koyun, yavrusunun kokusuna gitmiş, içerdekiler de sürüye katılmak için dışarıya fırlamışlardı. Murat, bu olayın şaşkınlığı içindeyken, yıllar öncesinden terk edilmiş maden ocağının harabeye dönmüş kapısının iç kısmında bir karaltı fark etti. Çok az bir duraksamanın ardından, meçhul kişi, aniden dönüp ocağın karanlığına karıştı. Murat, seslenişlerine cevap alamayınca içeriye doğru biraz ilerledi. Hiçbir şey seçemediği bu ıssız derinlikte fazla ilerlemeye cesaret edememişti. Tekrar, sürüsünün başına döndü.
* * *
O günün öğleden sonrası, Aysel Hemşire’nin kapısı vuruldu. Bir polis memuruydu gelen.
“Hemşire hanım, Hulusi isimli kişi buraya geldi mi bugün?”
“Hayır, memur bey. Neden sordunuz?”
“Ailesi yokluğunu fark etmiş. Saatlerdir haber alamadıklarını söylediler. Bulunması için bize başvurdular. Bu olayı soruşturuyoruz sabahtan beridir.”
Hasan Parlak