SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
ALACA
Annenin son bebeği doğduğunda kışın en sert vaktiydi. Dışarıda kar durmadan yağıyordu. Rüzgar, bahçedeki karı savurarak evin buz tutmuş camlarına çırpıyordu. Bebeğin sesine hepsi uyanmıştı. Odanın zifiri karanlığında göz gözü görmüyordu. Baba, karanlıkta bir o yana, bir bu yana çabalıyordu, kibriti arıyordu. Sanki kibrit kuş olup havaya uçmuştu, bir türlü bulamıyordu.
Ev soğuk olduğundan çocuklar -sadece gömlekle- tir tir titriyorlardı. Ama korkularından nefeslerini içlerine çekip durmuşlardı. Nihayet baba kibriti bulup feneri yaktı. Oda fenerin titrek aleviyle yarım yamalak aydınlandı.
“Neden haber vermedin? Gidip Nazlı’yı çağırırdım.”
Baba üzerinden ağır bir yük kalkmış gibi söylüyor ve kanlar içinde kalan çocuğu beyaz çarşafa sararak annenin koynuna veriyor.
“Bu karda, kışta eziyet vermek istemedim. ”
Anne yorgun yorgun söyleniyor. Ama gerçek sebebini kendisi de bilmiyor.
“Erkek!” İkisi de aynı anda söylüyor.
Ortanca kız, hâlâ neler olduğunu anlamamıştı. Çarşafa sarılmış çocuğu görmek de merakını dindiremedi. Yatağın başında kaldı. Annesi kızarak:
“Git yıkıl yat. ” dedi. “Bu ne zamansız kalkma böyle.”
Kız, annesinin kızacağından çekindiğinden mi, yoksa gecenin bu saatinde ortaya çıkan bu beklenmedik olayın vahametinden mi, sesini çıkarmadı.
Gece yarısını geçmişti. Rüzgâr gittikçe kuvvetleniyordu. Baba, odun peşine gitti ve çok geçmeden kucağında karları temizlenmiş birkaç parça odun ile döndü. Az sonra demir soba gürleyerek yanmaya başladı. Sobanın sıcağı odayı ısıttı, pencerelerin kirli camları terden buharlandı. Çocuklar gece elbiseleriyle annenin yastığının yanından ayrılmıyorlardı. Baba kızarak onları yatağa girmeye zorladı. Çocuklar yerlerine gitseler de, hiçbiri uyumak istemiyordu, korkuyla karışık merak hissi onları sarmıştı.
Baba, eleği köşeden alarak tahta tabağa un elemeye başladı. Bu zamana kadar çocuklar zannediyorlardı ki, un elemeyi sadece anneleri beceriyor ve bütün bu tarz işleri sadece anneleri becerdiği için yine o yapıyor. Unu eledikçe adamın vücudu sallanıyordu, fenerin ışığında gölgesi duvarda acayip bir manzara yaratıyordu ve bu manzara büyüyüp küçüldükçe garip bir vahamet doluyordu. Sonra tencereyi getirip kuymak yapmaya başladı. Çocuklar, babalarının kuymağı pişirmesini hayretle izliyorlardı. Baba, kuymağı yapıp bir tabak karısına yedirdikten sonra sobaya iri bir parça odun atıp yatağına girdi.
Çocuklar uyandığında öğlen olmuştu. Kar her tarafı kaplamıştı. Anne, yatağının içinde yastığa doğrularak gözlerini cama dikmişti. Yüzünden ve gözlerinden acı çektiği anlaşılıyordu. Çocuklar yataktan kalkınca, eliyle sobanın altını büyük kıza göstererek:
“Al o pisliği oradan, yok et!” dedi. Sonra da sinirlenerek devam etti. “Zamanı mıydı şimdi?”
Kız sobaya yaklaştı. Alaca kedi doğurmuştu. Dört tane yavrusu birbirlerine öylesine sarılmışlardı ki, sanki tek vücuttular. Henüz gözlerini bile açamıyorlardı. Anne, kedileri hiç sevmezdi. Alaca’yı da ilaçları olmadığından evde tutuyorlardı, çünkü ev fare doluydu.
Ninesi anlatırdı bunu: “Bir adamın çocukları olmadığından, gece gündüz oturup Allah’a dua ediyormuş ki ona evlat versin. Adamın bahçesinde köpeği ve kedisi de varmış. Bunlar da kendi hayvanca dillerinde sahibine evlat diliyorlarmış. Güya köpek diyormuş ki; Keşke sahibimin yedi yiğit oğlu olsa, her biri bana bir parça ekmek verse, hayatım mutluluklar içinde geçer. Kedi ise, sahibine yedi kör kız versin diye Allah’a yalvarıyormuş. Her birinin elinden bir lokma kapıp yesem, bu bana yeter diyormuş. Doğru muydu yalan mıydı bunun farkında değildi ama ta o zamandan kediyi görecek gözleri yoktu.
Kız, bir şey söylemeden kedinin yavrularını torbaya doldurarak ahıra gitti. Dışarı atsa hemen donarak ölürlerdi. Her taraf bembeyaz kardı. Ahırın samanlığında bir yer ayarlayarak yavruları oraya koydu. Alaca kedi, miyavlayarak kızın peşinden geliyordu. Kız, bütün gün kedinin yanından ayrılmadı. Arada sırada annesinden gizlice kediye ekmek, et parçası götürdü, yavruların altına bez döşedi.
O gün baba işten erken geldi. Kucağında meyve, şeker ve başka pahalı hediyelerle dolu kağıt torba vardı. Gözleri gülüyor, ufak çocuklar gibi seviniyordu. Son birkaç yıldır bu kadar mutlu görünmüyordu. Alnındaki buruşuklar gitmiş, gözleri yollardan çekilmişti -oğlu olmuştu- dört kızdan sonra ilk oğluydu. Anne de gülümsüyordu. Gözleri kocasına dikilip kalmıştı. Hayran hayran bakıyordu.
Baba, keyifle sigarasını tüttürüyordu. Yüzünden ve gözlerinden çok gururlu olduğu anlaşılıyordu. Sanki bebeği karısı değil, kendisi doğurmuştu. Yerinden kalkarak çocuğu kucağına aldı, eliyle yüzünü açtı, bir hayli gözlerine bakarak:
“İyi oğul amcasına çeker, demişler. Sanki bir elmayı ikiye bölmüşler.”
Geceleyin karı koca bir hayli fısıldaştılar. Baba, eskisi gibi gergin ve sinirli konuşmuyordu; bebek doğduğundan beri yumuşayıp ipeğe dönmüştü. Anne:
“O kedi de tam zamanını buldu doğurmaya. Çocuğun başına bir iş gelir diye korkuyorum.”
“Eh,” dedi kocası, “sen de eski insanlar gibi olmuşsun.”
Sabahleyin büyük kız, annesinin sesine uyandı, uykulu gözlerle sobaya doğru baktı. Alaca kedinin yavruları sobanın altındaydı. Garipti. Kedi, yavrularını o karda soğukta ahırdan eve nasıl taşımıştı? Nereden bir yolunu bulup eve girebilmişti? Kediye acıdı, annesine yalvarmak istedi ki…
“Al o pisliği götür, karın içine fırlat.”diyen annesinin sinirli sesini duydu.
Ağzını açıp bir şey söyleyemedi. Usulca yavruları torbaya doldurarak tekrar ahıra götürdü, ahırdaki samanlıkta yaptığı yuvaya koydu. Bir süre onlarla oynadıktan sonra, annesinden gizlice biraz ekmek almak için eve döndü. Annesi onu odun getirmeye gönderdi, sonra da sobayı yakmasını istedi. Ancak bundan sonra bir parça ekmek alarak ahıra kaçabildi.
İçeri girdiğinde hayretler içinde dondu kaldı: Alaca kedi yavrularını yiyordu. Odunu alarak kedinin üzerine yürüdü. Alaca, kuyruğunu ok gibi dikledi, tüylerini kabartarak vahşi bir sesle miyavladı. Kedinin kan çanağına dönmüş gözlerini görünce tüyleri ürperdi. Odunu fırlatarak eve kaçtı:
“Anne, anneciğim, ahıra gel bak! Kedi yavrularını yiyor.”
Anne irkildi. Bir anda bebek de bağırarak ağlamaya başladı. Anne, bebeği avutmak için kucağına aldı. Kız, annesini beklemeden şuursuz bir şekilde tekrar ahıra koştu. Alaca kedi, yavrularından üçünü yemişti. Eline geçirdiği taş parçasını kediye doğru fırlattı. Taş, kedinin yanından geçti. Kedi, sonuncu yavrusunu ağzına alarak kaşla göz arasında ahırın çatısına sıçradı. O günden sonra kedinin ayağı evden kesildi. Anne, yaptığından pişman olmuştu; ama pişman olduğunu çaktırmıyordu.
Kızlar, akşama kadar kardeşlerinin yanından ayrılmıyorlardı, pervane olup etrafında dönüyorlardı. Anne, bebeğin bileğine nazar boncuğu taktı. Eve yabancı birisi geldiğinde, nazara gelmesin diye kafasına tuz sarıyordu, uyuduğunda korkmasın diye de yastığının altına ekmek ve ot koyuyordu. Alaca kedi yavaş yavaş unutuluyordu. Bir sabah, anne, ineklerle ilgilendikten sonra, büyük kızı onu çağırdı. Kız, bacaklarına kadar uzanan lastik erkek çizmelerini giyerek bahçeye indi. Anne sakin bir sesle: “Alaca ahırda, samanlıkta uyuyor.” dedi.
Kız sevindi, iri çizmelerini sürüye sürüye ahıra gitti. İçerisi karanlıktı. Duvardan tutunarak ilerledi. Yavaş yavaş gözleri karanlığa alıştı. Samanlığa varınca birden yerinde dondu. Alaca kedi, samanlıkta, yavruları için yapılmış yuvada ölmüştü. Kız hıçkırıklara boğuldu. Birazdan kendine gelerek dışarı çıktı. Kar havasıydı. Soğuktan insanın gözleri donuyordu. Rüzgâr, evin çatısından sallanan buzları kırıp döküyordu…
Vagif Sultanlı
Çeviren: Feyyaz Sağlam