MUTLULUĞUN RESMİ keskin beyaz acımasız yağar maviden boylanır damların ıslaklığından yokluğa esaret masum gülüşler düşleri oyun filizsiz baharlara sevdalı akşam güneşi kırılır yorgun camlarda...
ŞEHİRLER SULTANI EDİRNE
“Öğrenmek istiyorsan seyahat etmelisin.” diyen Mark Twain’i haklı çıkarmak için yurt içi gezilere çıkmışım da haberim yokmuş. Gezgin öğretmenler olarak yağmurlarıyla ve soğuğuyla ünlü şehrimiz Edirne’ye, soğuklarının yanında sıcağının da yaman olduğu için baharda gitmeye karar verdik. Okulların açıldığı ilk hafta, İğneada Longoz ormanları, Dupnisa Mağarası ve Pehlivanlar Şehri Edirne gezisinin planını yaptık.
Trakya’da gezilecek yerler arasında en popüler yerlerden biri olan İğneada’ya İzmir’den akşam saat sekizde yola çıkıp on iki saat sonra sabah ulaştık. İzmir’in doğum gününde yurdumuzun başka bir şehrinde Trakya’nın İncisi İğneada’daydık.
İğneada, öyle şipşirin sokaklarında kaybolmayı hayal edeceğiniz veya harika butik otellerinde kalabileceğiniz bir yer değil. Halk arasındaki adıyla subasar ormanları; Karadeniz kıyısında, Yıldız Dağları’nın eteğindeki Kırklareli’nin Demirköy ilçesine bağlı, doğa harikası olan, görülmesi gereken bir yer. İğneada yolu, baharda kanolalar, yazın ayçiçek tarlaları; sonbaharda rengârenk, kışın da bembeyaz karlar altında görsel şölen sunan cennetten bir köşe olarak biliniyor. Sonbaharın ilk günlerinde gitmemize rağmen yeşilin her tonu ve heybetli çeşit çeşit ağaçları görünce biz de büyüleniyoruz. Ağaçların arasında eşimle el ele yürürken habersiz fotoğrafımızın çekilmesine mutlu oluyoruz. Kurumuş sarı yaprakları havaya atarken, anlık kareyi yakalayabilmek için grubun en sonuna kalınca herkesi gülümsetiyorum.
“İğneada Longoz Ormanları’nda bilim insanları birçok çalışma yapmışlar. Yaptıkları çalışmalar sonucunda, buranın farklı karakterlere sahip üç adet ormandan oluştuğunu belirlemişler. Bu üç farklı orman alanı, sınırları içerisinde bulunan göllerin adlarıyla da isimlendirilmiş. Bu isimler; Saka Gölü Longozu, Mert Gölü Longozu ve Erikli Gölü Longozu şeklindedir. Bu orman öylesine zengin bir ekosisteme sahiptir ki içerisinde sadece bu bölgede yetişen ve nadir görülen 17 bitki türüne de ev sahipliği yapmaktadır. İğneada Longoz Ormanları yaklaşık 2 bin 511 dönümlük bir alanı kaplamaktadır. Bu büyüklüğüyle İğneada, Avrupa’nın ve Türkiye’nin en büyük longoz (subasar) ormanı olarak kayıtlara geçmiştir. Doğa tutkunlarının rahatça kamp yapabileceği yerlerden biridir. Kamp için de genellikle Mert Gölü tercih edilmektedir.’’ diye anlatan rehberi dinleyerek yürürken, ciğerlerimize dolan bol oksijenden bahar sarhoşu oluyoruz. Otobüse binip Trakya’nın incisi Dupnisa Mağarası’na doğru yola çıkıyoruz.
Trakya’nın turizme açık tek mağarasına görsel bir şölen sunar gibi Istranca Dağları’nı seyrederek ulaştık. Dupnisa Mağarası 2003’te turizme açılmış olup Demirköy ilçesine bağlı Sarpdere köyünde bulunuyor. Bu mağara, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İl Özel İdaresinin çalışmalarıyla düzenlenmiş. İkinci jeolojik zamana ait mermerler içinde birbirine bağlı iki kat ve üç bölümden oluşan mağara ziyaretçilerin beğenisini topluyor. On altı türden yaklaşık altmış bin yarasaya ev sahipliği yapan, her mevsim ziyaretçilerinin ilgisini çeken, milyon yıllık geçmişe sahip, görülmeye değer ender yerler arasında.
Turistik gezintiye açık bu mağarayı biz de ziyaret ettik. Sulu ve kuru bölümlerden oluşan mağaranın toplam uzunluğu 3200 metreymiş. Mağara harika bir ışıklandırma sistemine sahip. Tüm bölge beyaz ve sarı karışımında! Su yolları ise mağaraya birçok sarkıt oluşturuyor. Sarkıtların oluşma sebebi sadece su yolları değil. Burada yaşanan jeolojik olayların arkasından farklı farklı figürler meydana gelmiş. Mağara içinde öncelikle düz bir yoldan ilerliyorsunuz. Daha sonra yukarı bölümlere tırmanmak için uzun merdivenler bulunuyor. Tıpkı korku filmlerini andırmakta! Görülmeye değer, harika bir yer. Soğuk ve aynı zamanda nemli bir havası mevcut. Basıncın arttığını üzerinizde hissedebilirsiniz. Mağarayı ziyaret etmeye giderken üzerinize kalın bir şeyler giymeyi unutmayın. Gezeceğim, diye hasta olmayın. Burada düşme ya da yaralanma gibi bir durum yaşamamak için de yürüme panellerinden sakın dışarıya çıkmayın.
Mağaradan sonra tekrar otobüse binip yola koyulurken yokuş çıkma ânında aracımızdan sesler gelmeye başlıyor ve duruyor. İşte o anda, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri geliyor aklıma:
“Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu, / Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez, / Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur’’
“Gezi güzel başladı, devamı nasıl gelecek acaba?’’ diye söylenerek otobüsten iniyoruz. Köyün çay bahçesine girip ne olacağını beklemeye başlıyoruz. Kahvemi yudumlarken bir dostumun sık sık söylediği “Kul düşünür, kader gülermiş.” sözünü anımsıyor, gülümsüyorum.
Bir iki saat sabırlı bekleyişin sonunda, aracın tamir edildiğini öğrenen gezi grubu, düğüne giden araca biner gibi neşeyle koltuklarda yerini alıyor. Gurbetten babaevine ziyarete gelmişçesine otele güvenle giriyoruz. Yemeğin ardından hemen uyuma alışkanlığımız olmasa da yorgunluktan kendimizden geçiyoruz…
Sabah, herkesin yüzü gülüyor. İnsanın karnı tok, sırtı pek olunca yüzüne de mutluluk yansıyor. Aramızda bulunan edebiyat öğretmeni arkadaşlarla otobüsün içinde sohbet ederken Edirne için yazılmış şiirleri soruyorum.
Sultan Ahmet Kasidesi (Nef’î’nin yazdığı) birinci beyit var diyerek okuyorlar:
“Edirne şehri mi bu yâ gülşen-i Me’vâ mıdır?
Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i alâ mıdır?”
Günümüz Türkçesi:
“Burası Edirne şehri mi yoksa Me’vâ cennetinin gül bahçesi midir?
Orada padişahın sarayı cennet-i alâ mıdır?” derken sultan ve pehlivanlar şehri Edirne’ye giriyoruz.
Hem Bulgaristan’a hem Yunanistan’a sınırı olan Serhat Şehri Edirne için Bursa’nın oğlu, İstanbul‘un ise babası deniyor. Bursa’dan sonra Osmanlı’nın 88 yıl başkenti oluyor. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile başkentlik görevini İstanbul’a devrediyor. Osmanlı’nın başkentlerinden biri olmasından ötürü çok ciddi bir tarihî envantere sahip. Tarih boyunca dünya üzerinde en çok meydan savaşı yapılan şehir olması da ayırt edici özelliklerinden biri. Türkiye’nin gerçekten “Avrupalı” belki de tek kentinde diğer illerimizde yaşanan “asayiş” sıkıntıları görmedik.
Gezimiz sonbahar yerine ilkbaharda olsaymış Edirne festivallerine denk gelmiş olacaktık. Tarihî Kırkpınar Güreşleri, Kakava ve Hıdrellez Şenlikleri her yıl 5-6 Mayıs tarihlerinde kutlanıyormuş. Konserler, müzik eğlenceleri, dans gösterileri, yarışmalar Edirne Saraçlar Caddesi’nde; diğer etkinlikler ise Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nin de düzenlendiği Er Meydanı’nda oluyormuş. Bereketi arttıracak dostluğu ve neşeyi paylaştıracak Kakava ateşinin yanması ve pilav ikramını kaçırdığımız için üzülüyoruz. Baharla birlikte doğanın uyanışını selamlama ve kişisel arınma hedefli “Bahara Giriş” ritüelinin ise 6 Mayıs sabahı saat 06.00’da, Tunca Nehri kıyısında gerçekleştiğini de rehberden öğrenmiş oluyoruz.
Senelerce Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış, zamanında Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biri olan Edirne’nin sokaklarında ve tarihî çarşısında gezmeye başlıyoruz. Her yeri tarih kokan Edirne’nin sokaklarının mistik havası bizi büyülüyor. Etrafta amcaların sevimli sözlerine de şahit oluyoruz. Tost alırken konuşmalarına kulak misafiri olduğumuzda:
“Benim kızan evde bekler be yaaa.”
“Şiiişş yarım ekmeee kaça kıstiriisin?” cümlelerini duyunca, Edirne’de olduğumuza seviniyoruz. Hoşumuza gidiyor.
Edirne tarih boyunca farklı dinlere mensup halkların, asırlarca hoşgörü ile yaşadığı bir kent. Müslümanlar gibi, Hristiyanlar ve Museviler de kendi dinî ihtiyaçlarına dair yapılar inşa etmiş, bunların bir kısmı çeşitli yapı kayıpları ve restorasyonlarla günümüze ulaşmayı başarmış. Avrupa’nın en büyük, dünyanınsa üçüncü büyük sinagogu olan Edirne Büyük Sinagogu bu yapılardan en görkemlisi. Edirne Büyük Sinagogu, şehirde yeterli cemaati bulunmadığı için İstanbul gibi büyük şehirlerden gelenlerce özel günlerde ibadet için kullanılıyor. Halkın ziyaretine de açık olan sinagog zaman zaman kültür sanat aktivitelerine ev sahipliği yapıyor.
Üç Şerefeli Cami’nin yapımına II. Murat zamanında 1437’de başlanmış ve inşaatı yaklaşık 10 yıl sürmüş. Caminin mimarı, Mimar Muslihiddin (Felçli Mimar). Bu cami Osmanlının o zamanki klasik mimarisinden çok farklı bir mimariye sahip. Üç Şerefeli Cami, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde de yer alıyor ve tarihimizin önemli eserlerinden.
Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi
Trakya Üniversitesi Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, Osmanlı darüşşifalarını günümüzde gerçek anlamda yaşatan tek müze olarak darüşşifaların tıp tarihimizdeki önemine ışık tutuyor. 1997 yılında açılan müzeye 2008 yılında eklenen tıp medresesi bölümü müzeyi daha önemli bir noktaya taşımış. Bu çalışma ile 15. yüzyıldaki tıp medresesi ve ders ortamı mankenlerle canlandırılmış ve dönemin hekimlik eğitiminin bilinmeyen yönleri vurgulanmış. Müze bu anlamda ziyaretçilerini tıp eğitimi tarihinde bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Geçmişte akıl hastalarının müzik ile tedavisinin canlandırılışı özellikle dikkat çekiyor. Edirne’deki II. Bayezid Külliyesi de Osmanlı’da müzikle tedavi yapılan en önemli şifahanelerden biri imiş. İnsan o dönemdeki gelişmiş tedavi sistemlerine hayran olmaktan kendini alamıyor.
Selimiye Camii
Sanki şehir onu merkez alarak kucaklamış gibiydi… Minareler ise şehri savunan muhafızlar gibi dimdik göğe uzanıyor. Çinilerinde 101 çeşit lale işlemesi bulunan Selimiye Camii’nde bir de ters lale figürü bulunuyor. Sırrı ve hikâyesi tam olarak çözülemeyen ters lale figürü için birçok efsane dillendiriliyor. Mimar Sinan’ın ölen torunu Fatma için yaptığı veya lale yetiştiren cami arsa sahibinin çıkardığı zorluklara karşı yapıldığı da söyleniyor.
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve dâhi mimarlarından olan Mimar Sinan’ın 80 yaşında yaptığı ve “ustalık eserim” dediği Selimiye Camii, Osmanlı ve Türk sanatının hatta dünya mimarlık tarihinin başyapıtlarından biri. Avlusundan tutun da içerisindeki çinilere kadar atmosferi ve yapısı oldukça büyüleyici. Caminin mimarisinde oldukça farklı mesajlar da gizliymiş. Tek kubbeli olan camide Allah’ın birliği simgelenirken, pencerelerin beş kademeli oluşu İslam’ın beş şartını, dört olan vaaz kürsüleri de İslam’da yer alan dört farklı mezhebi simgeliyormuş. Selimiye Camii ve Külliyesi UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde de bulunuyor. Hem Edirne’nin hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun simgesi olan cami kent merkezinde yer alıyor. 1568-1575 yılları arasında Sultan II. Selim’in emriyle yaptırılan Selimiye Camii çok uzaklardan bile görülebilen dört minaresi ile göze çarpıyor. Çok ince sanatsal bir mimarlık ile tasarlanan cami içindeki ses akustik özellikleri ile de dikkat çekiyor. Ahşap kısımları ceviz ağacı ve üzerindeki işlemeler tam bir şaheser. Kurulduğu yerin seçimi Mimar Sinan’ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da gösteriyor. Selimiye’nin içi dış görselinden de daha büyüleyici bir etkiye sahip.
Karaağaç İstasyonu
Karaağaç kasabasında bulunan tren istasyonu, II. Abdülhamit zamanında yaptırılmış. Meşrutiyetin ilk yıllarında inşa edilen istasyon 1971 yılında terk edilmiş. Trakya Üniversitesi önderliğinde orijinaline benzer şekilde restore edilen Karaağaç Tren İstasyonu, 1998 yılından 2017’ye kadar Trakya Üniversitesi Rektörlük Binası olarak hizmet vermiş. Şu anda Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor.
Kampüsün bahçesinde, eski günlerin anısına bir kara tren bulunuyor. Ziyarete açık olan istasyondaki tren ve raylar arasında gezmek ve fotoğraflamak büyük küçük herkesin oldukça ilgisini çekiyor. Ben hiç durur muyum? Kara trene, tombiş oluşuma bakmadan, bir çırpıda tırmandım. Fotoğraf da çekildim.
Kampüs bahçesinde bir de Cumhuriyetimizin 75. yılında yapılan Lozan Anıtı bulunuyor. Anıt, su ile ayrılan üç vatan toprağını simgeleyen birbirinden bağımsız üç sütun, üzerinde birlik ve beraberliği simgeleyen bir çember ve onun üzerinde de bir elinde barışı simgeleyen güvercin, diğer elinde Lozan Antlaşması’nı simgeleyen belgeyi tutan bir genç kızdan oluşuyor. Görmekten keyif alıyoruz.
Devamlı yürüyüş yaptığımız için karnımız da acıkınca hızlanarak Edirne merkeze dönüyoruz. Aklımızda meşhur yaprak ciğer var. Aramızda ciğer sevmeyenler bile tadını merak ettiklerinden “ille de yiyeceğiz” diyorlar.
Edirne Tava Ciğeri: Elbette Edirne’nin neyi meşhur sorusunun karşılığı. Edirne yaprak ciğeri olarak da biliniyor. Yanında gelen acı sosu, baharatlar ve soğan piyaz ile yenmesi makulmüş. Edirne’de tava ciğeri nerede yenir diye fazla araştırmaya gerek yok. Konum belli. En ünlüsü ve turistik olanı Aydın Tava Ciğer, önünde her zaman sıra var. İkinci ünlü kabul edilen ise Ciğerci Niyazi Usta, porsiyonu bol ve servisiyle oldukça tatmin edici. Son olarak ise Ciğerci Kazım varmış. Biz Niyazi Usta’yı tercih ettik. Grubumuz kalabalık olmasına rağmen herkese aynı anda gelen ciğer tava inanılmaz güzeldi. Parmaklarımızı yalaya yalaya bir hâl olduk. Aynı masayı paylaştığımız arkadaşlarımızla kanka olduğumuz için bunu sorun eden olmadı. Birer porsiyon daha söyleyerek gözümüzle karnımızı aynı anda doyurduk.
Kahvemizi Meriç Nehri kıyısında, köprünün bitiminde yer alan çay bahçelerinden birinde içiyoruz.
Her kış haberlerde “Bulgarlar baraj kapaklarını açtı, Meriç Nehri taştı, sular köprü hizasına ulaştı.” denilen köprünün adı; Meriç Köprüsü. Meriç Nehri üzerinde Karaağaç ile Edirne arasındaki bağlantıyı sağlayan tarihî önemi yüksek köprülerden biri.
12 kemerli sütunu, ortasında bir yazıt köşkü bulunan bu köprü Edirne Karaağaç yolu üzerinde bulunan Edirne’nin sembollerinden biri. Akşam vakitleri köprüye çıktığınızda güneşi nehirden batırma şansını yakalıyorsunuz. Köprünün ortasındaki oturulacak alan da padişahın gün batımını izlemesi için yapılmış. Kendimizi bir an padişah konumunda hissediyoruz. Şehrin diğer bir önemli köprüsü ise 1488 yılında II. Bayezid tarafından Mimar Hayrettin’e yaptırılmış olan II. Bayezid Köprüsü’dür. Tunca Nehri üzerinde yer almaktadır. 80 metre uzunluğundaki köprünün 7 ayağı vardır.
Tatlıcı Keçecizade’nin Kavala kurabiyesi ve badem ezmesi muhteşemdi. Edirne’deki tatlıcı ve pastanelerin başında gelen Keçecizade yolüstü duraklarının da meşhur ürün tedarikçilerinden. Narlı lokum Hürrem, kare kesilmiş Kavala kurabiyesi, Antep fıstıklı kallavi, pehlivanlara güç veren 41 çeşit baharattan yapılmış deva-i misk helvası yöreye özgü tatlılardan bazıları. Yağsız, unsuz ve tuzsuz bir kurabiye olan kallavi; Antep fıstığı, bal, safran ve şekerden yapılıyor. Oldukça lezzetli. Tadımlık diye açtıkları paketin bitmesi kaç dakika kaç saniye kaç salise sürdü, bilemiyorum. Tadına doyamayıp eşe dosta aldığımız Kavala kurabiyeleri nedeniyle otobüsün bagajı kurabiye kutularıyla doldu.
“Edirne’den ne alınır?” diye araştırıp geldiğimiz için eli boş da dönmeyelim, dedik. Edirne’de Tarihi Ali Paşa Çarşısı, alışveriş için en uygun yerlerden. Burada her türlü aromada ve şekilde misk sabunları vardı. Selimiye Arastası’ndan bol bol misk sabunu aldık. Peynir tatlısından badem ezmesine, peynir şekerine kadar pek çok farklı lezzeti tanıma fırsatı yakaladık. Çarşıda ve mağazalarda el yapımı ürünler, süs eşyaları, hediyelik eşyalar ve takılar ya da Edirne’ye özgü figürler de vardı. Kıyafet, tekstil ürünleri, işlemeli dantel örtüler satan bir yerden kızlarıma hatıra iki tepsi örtüsü alıp çantama attım. Hediyelik eşyalar alırken aynalı süpürgeler gördük. Bunun şöyle bir hikâyesi varmış:
Eskiden bir hanede evlenecek çağda gelinlik kız olduğu zaman bu aynalı süpürgelerin büyüğünü hanenin kapısına asarlarmış, aynalı süpürgenin gelinlik kızın çeyizinde bulunması ise saflığın ve temizliğin simgesi anlamına geliyormuş. Hatıra olarak alan arkadaşlarımız oldu.
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının ilk durağı Edirne. Açık hava müzesi görünümünde, yeşillikler içinde cennet gibi bir şehir. İzmir’in kardeş kenti ilan ettim kendimce Edirne’yi… Keşanlıların “Edirneliyim.” dememesini de Karşıyakalıların “İzmirliyim.” dememesine benzettim.
Gezdiğim, gördüğüm her ülke, her şehir yeni şeyler öğretti. Sağlığım ve olanaklarım el verdiğince gezmeye devam. Biz bitti demeden bitmez bu geziler.
Nurdan Aladağ