SEMT PAZARI Semtimizin pazarı eve biraz uzak. O kadar yolu yürü, erzakları yüklen taşı; doğrusu üşeniyorum. Uzun zamandır gitmemiştim ama bir gün içimden pazara...
CEYLAN
Ne yazık ki ismini bile bilmiyorum ama senin o kırda dans eder gibi yürüdüğünü izlediğimde, seni bir ceylana benzetmiştim. Bu nedenle ismini ceylan koymak istedim. Sevgili Ceylan; bu mektubumun sana ulaşıp ulaşamayacağından emin değilim, yine de bu satırları yazmaktan kendimi alamıyorum. Aradan ne kadar zamanın geçtiğini hatırlamıyorum; sanırım sekiz yıl oldu, belki de on yıl. Gerçi birçok şeyi hatırlamakta güçlük çekiyorum. Doğrusunu istersen, kim olduğumu bile hatırlamıyorum…
Etrafı surla çevrili bu avluda kendime geldiğimde, aylardır burada olduğumu öğrendim. Ne zaman ve nasıl getirildiğimi hatırlamıyorum. Uzun zamandır da buradayım, net bilgi vermiyorlar. Bana ismimin Sadri olduğunu söylediler ama ben geçmişime dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Geçmişi düşündüğümde anımsadığım tek şey, büyük bir nehre dökülen ince bir dereden senin yaşadığın köye gelmiş olmam. Sen on altı yaşında anca vardın, belki de on sekiz. Seninle hiç konuşmadık zaten. Sen bir tepenin altında papatyalar topluyordun. Geniş kollu lacivert bir gömlek giymiştin, ellerindeki papatyalar, o lacivert gömleğinin geniş kollarından çıkan bileklerinle aynı renkteydi, belki de daha beyaz. Bir deste papatya topladıktan sonra dönüp bana bakmıştın, yüzün ayın on dördü gibi parlak, saçların kestane kadar kahverengiydi, belki de siyah. Hani derelerde olur ya koyu kahverengi çakmak taşları, onları sudan çıkarınca nasıl da parlarlar, işte saçların o kadar parlaktı, belki de daha parlak. O taşları uzun süre suyun dışında tutunca matlaşır ya rengi, hatıralarım da öylece aniden matlaşıp bulanıklaşıyor.
Sonra sen, o üfül üfül eteğinle dans ederek hoplaya zıplaya oradan uzaklaşıp çoban olan babana doğru koştun. O, seni saçlarından öpmüştü. Sonra ikiniz, kol kola yürüyerek köyün içinde gözden kaybolmuştunuz. Seni ilk ve son olarak orada gördüm. Seni çok sevmiştim ama nedense oradan ayrılıp gitmiştim, belki de zorunluluk. Şimdi oraya neden geldiğimi, kimlerle geldiğimi ve neden seninle hiç konuşmadan oradan ayrıldığımı hatırlamıyorum; ne var ki sen, hatırladığım tek anımsın… Bu surla çevrili avluya gelince burası bir akıl hastanesi. Deli olduğumu söylüyorlar. Oysa ben deli değilim, sadece hatırlayamıyorum. Bana sorular soruyorlar hatırladığım tek şey sen olduğun için, seni anlatıyorum; seni ne kadar sevdiğimi ve bir gün seni yeniden görmek istediğimi anlatıyorum onlara ama onlar, seni ve bu hatıralarımı inkâr ediyorlar. Böyle bir yer, böyle biri yok; bunlar senin kuruntuların, diyorlar. Onlara, o halde neden başka kuruntum yok, diye sorunca bana zorla ilaç içirip uyutuyorlar. Bir gün buradan kaçmak istiyorum. İsmini bilmesem de, o çağıl çağıl akan koca nehri bulup yaşadığın köye gelmek ve senin gerçek olduğunu kanıtlamak istiyorum. Aslında bunu kanıtlamaya ihtiyaç duymuyorum. Asıl istediğim şey sana bir şey söylemek ama ne söylemek istediğimi bilmiyorum, sanırım seni sevdiğimi söyleyeceğim, belki de başka bir şey. Burada, benim gibi tutulan bir sürü kişi var. En çok da yaşlı, zayıf kadına üzülüyorum. Eskiden öğretmenmiş diyorlar. Bembeyaz olmuş saçlarını özenle tarayıp renkli kurdelelerle bağlıyor, neredeyse bir kız çocuğu gibi, belki de daha küçük. Çok çelimsiz bir şey; sanırım burada benim kadar eski, belki de daha eski. Bir kızı olduğunu söylüyor. Onu nasıl büyüttüğünü anlatıp duruyor, pembe bir leğende yıkarmış onu. Altın gibi saçları, minnacık elleri varmış. İlk dişleri çıktığında o kadar tatlı görünüyormuş ki, annesi onu öpmeye, sevmeye doyamıyormuş. Onu bir çiçek gibi büyütmüş, ilkokuldan üniversiteye gidinceye kadar gözünden hiç ayırmamış. Çok akıllı bir kızmış. Tıp fakültesini kazanıp gittikten sonra bir daha görememiş. Kızından umudunu hiç kesmediği gibi, bir gün kızının gelip kendisini yanına almak için buradan çıkaracağını söylüyor gizlice. Ben ona inanıyorum ama buradaki doktorlar, onun hiçbir zaman evlenmemiş, dahası doğum yapmamış olduğunu; bir kızının hiçbir zaman olmadığını söylüyorlar. Hiç kimse ona inanmıyor. Sanırım ona inanan tek kişi benim. Arada yanıma oturur, saçlarımı okşar ve kızını da aynen bu şekilde okşadığını anlatır… Diğerleri pek güvenilir kişiler değil. Elli yaşlarında tombul bir adam da var burada. Sürekli düşmanları tarafından takip edildiğini söyleyip duruyor. Birilerinin kendisine tuzak kurarak onu buraya attığını iddia ediyor. Burada verilen ilaçlara en çok direnen kişi de kendisi, sürekli uyanık olması gerektiğini aksi takdirde düşmanları tarafından öldürüleceğini söyleyip duruyor. Avluya çıkardıkları zaman hepimize gömlek giydiriyorlar, hani kolları arkadan bağlı olan. Oysa elimi kolumu sallaya sallaya sana gelmek istiyorum. Bu avlu sanki surlarla çevrili bir şehrin içindeymiş gibi geliyor bana. Yani anlayacağın çember içinde çemberlerden oluşan zindanlarla dolu bir dünyada gibiyim. Son çember benim kafam, oradaki zindansa unutulmuş hatıralarım.
Eskiden asker olduğumu söylüyorlar, belki de komutan. Orta doğu denen bir yerde savaşıyormuşum. En son gördüğüm ya da yaşadığım şeylere dayanamayıp çıldırmışım, belki de delirmiş… Önce normal bir hastaneye götürmüşler beni, daha sonra da buraya gönderilmiş ve burada unutulmuşum. Buradan tek çıkış yolum kendi anılarımı hatırlamak; kim olduğumu, neler yaşadığımı hatırlamadan buradan çıkmama izin verilmeyecek. Ben de hatırlamayı çok istiyorum anılarımı. Kim olduğumu, nerelerde yaşadığımı, ailemi; annemi, babamı, kardeş ve akrabalarımı hatırlamak istiyorum. Ama ne var ki hatırladığım tek kişi sensin. Sevgili Ceylan; olur da bir gün yanına gelmeyi başarırsam sen beni hatırlar mısın? İşte bunu bile bilmiyorum. Buna rağmen, sana gelmek ve seninle konuşmak istiyorum. Aslında sana, seni sevdiğimi söyledikten sonra ölmek istiyorum. Çünkü bu dünyada sana yaşatabileceğim iyi şeyler yok. Gerçi ölmek istenince de ölünmüyor; intihar edecek de değilim ya! Sadece dizlerim senin dizlerine değecek kadar sana yakın bir yerde, toprağın üstünde oturup seni seviyorum demek istiyorum. Tek istediğimin bu olduğuna eminim, tabii ki bir isteğim daha var ama bu zorunluluktan olan bir şey. Şöyle ki, senin yanından ayrılınca bir mezarlıkta, bir kulübede yaşamak istiyorum. Oradaki yabani otları temizleyip mezarların bakımını yapmak istiyorum. İşte bu ikinci isteğimdir. Sonra öldüğümde gömüleceğim mezarı da kendim kazmak istiyorum. Ölünceye kadar o mezarlığın bahçesindeki mezar taşlarını seni okşar gibi, okşamak ve yalnız kalmak istiyorum.
Benim için dua et; buradan kurtulup sana gelebileyim, elimi kolumu sallaya sallaya… Dizlerim dizlerine değecek kadar sana sokulup seni seviyorum, diyebileyim, diye dua et. Benim eski bir asker olduğumu söylüyorlar. Ben onlara inanmıyorum. Ben de seni anlatıyorum onlara, onlar da bana inanmıyorlar. Sonra ilaçlarla, iğnelerle uyutuyorlar beni. Deli diyorlar, oysa ben, sadece hatırlamıyorum…
Orhan Aksoy