ÇIKIŞA DOĞRU Beni ilk fark eden o yaşlı kadın oldu. Cadde üzerinde yürürken gözüm durakta asılı bir afişe ilişti. Görür görmez durdum. Ne kadar...
BU ÇAĞIN İNSANI / BEDİA CEYLAN GÜZELCE
Kitap denemelerden oluşan ve her bölüm arasında derin derin nefes alıp okuduklarınızı sindirme ihtiyacı duyacağınız, kendinizden ve yaşadıklarınızdan çok şey bulacağınız akıcı bir kitap. Ben notlar alarak ve satırların altını çizerek okudum.
Kitap 1950’li yılların İstanbul’uyla başlayıp günümüze kadar geliyor. Kocasına âşık olan bir kadının “Bu dünyaya bir daha gelsem, şüphesiz ki ‘çiçeğin’ olmak isterim…”[1] cümlesiyle saf aşkı görüyor, çocukken annesini kaybeden bir annenin çocuk sahibi olursam ölürüm ve kızım yalnız kalır korkusunu genç kadınla birlikte yaşıyoruz. Yazarın anlattığı sokaklar bizim sokaklarımızdan farksız;
“…bomboş sokakta ‘günaydın’ demeyen insanların arasından geçiyorsun…sadece kendinden olan insanların adacıklarında mahsur kalıyorsun…”[2]
Günaydın demiyor insanlar, yüzler asık ve ruhlar sanki bedenlere hapsolmuş, mengenelerin dişleri arasında hapis. Ormanlar yanıyor, toprak gözyaşlarıyla sulanıyor. Böyle olunca bulutlar küsüyor. Kuraklık sarıyor dört bir yanı, gökyüzünden yağmur taneleri yerine gözyaşı düşüyor. Karıncaları incitmekten korkan nesillerin torunları acımadan katlediyor canlıları, yakıyor ormanları. Zalimler gözünü kırpmadan zulmediyor fakat onlar zaten kötü. Önemli olan senin, benim ve insanlığın ne yaptığı.
“Vaktinde yükselmemiş her sesin sonu bir felaket…dünyanın en cesur insanı en korkağa dönüşürken, dünyanın en büyük sevgisi vasatlaşırken ve en zoru da bunu kabullenirken…”[3]
Susmak ve görmezden gelmek belki de insana daha fazla acı veriyor. Bu çağın insanı susuyor, gözlerini kapıyor ve başını toprağa değil ekranlara gömüyor.
Çağ değişip insanları da değiştiriyor mu? Yoksa tam tersi mi? İnsanlar değiştiği için mi çağ diğer çağlardan farklı? Herkes geçmişe özlem duyuyor. Nerede o eski bayramlar. Nerede o eski lezzetler. Hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı. İnsanlar kalabalıklar içerisinde fakat yalnız. İnsanların tek tipleşme çabası, iktidarların insanları kalıba sokma mücadelesi. Herkesin her şeyi hızla tüketmesi
“Bir an bile tereddüt etmedim dünyanın benimle sona ereceğinden, savaşıydı, pandemisiydi, parasızlığıydı hepsi bir yana, asıl meselemiz küf, kitlesel silahımız çürümek.”[4]
Değişiyordu insanlık, çağla birlikte. Kabul etse de etmese de. Acılarımız, kayıplarımız bizi pişirip biz yapmıyor muydu? Tencereye konulan sebzeler misaliydik. Canımız yanıyordu ama pişiyor ve etrafa güzel kokular yayıyorduk. Bulunduğumuz coğrafya ve yaşadıklarımız ağırdı ve altımızdaki ateş harlıydı.
“Kaçtı mı o fırsatlar, binip gitti mi güzel atlara o güzel insanlar, yok mu bir umut, hiç mi yok?”[5]
Öyle bir dönemde gözlerimizi açmıştık ki felaket türküleri çalıyordu. Depremler daha yıkıcı, insanlar daha acımasız ve ses verenler azınlıktaydı.
“İster kal, ister git, içine vicdan konmuş her insan gibi sen de çaresizsin bu devirde. Ayaklarını bastığın yeri gerekirse yut, gerekirse yırt, gerekirse yak ama tut ne olursa olsun, sadece burası değil, her yer bitti, azalıyoruz işte ufak ufak.”[6]
Yazarın sözcüklere sığmayan isyanı sayfalardan taşıyor. Narin’i, kadın cinayetlerini ve enkaz altından çıkaramadığımız bedenleri görüyoruz. Hissedilerek yazılan her satır okura geçer. Ben buna inanırım. Bu kitapta bazı cümleler beni vurdu. Yutkundum, diğer bölüme geçmeden önce bir süre bekledim. Sindirmek zaman aldı. Çünkü yazarın yazdıkları şahit olduğumuz acılardı.
“Çektiler gözüne bu sürmeyi ve çaldılar hayatını senden… Kalbi olan birine ihtiyacımız var, bu olanları aklı almayan birine, çocukları seven birine, bu çağı bilen birine.”[7]
Son dakika haberleri, burun kemiklerini sızlatan acılar ve adaletsizlikler. Belki adalet yerini bulsa yaralara merhem sürülmüş olacaktı. Bazılarının kefesi iyi halle bazılarının kefesi kederle doldu. Bir de acıdan beslenenler vardı. Ekranlar kederli insanların dertlerini dinlermiş gibi yapan insanların oynadığı tiyatro oyunlarıyla doluydu.
“Derdini dinlemediği insanların terasında güneşlenip büyük cümleler kuranlardan yoruldum.”[8]
Sadece dertleri değil umudu, aşkı, bize ve insana dair duyguları soluyoruz. Ülkemin güzel topraklarında, gecenin zifiri karanlığında Anadolu’nun ücra kasabasının daracık sokağında etrafa sarı ışık yayan sokak lambasında ağır aksak adımlar atıyoruz. Porsuk kenarında dikilip belki de suya yazılan hikâyeyi okuyoruz.
“Bir su damlasına yazıldı bunlar. Suyu büken bir yerde yazıldı, sudan bir hikâyeye dönüştü.”[9]
Serkan Uslu
[1] Bu Çağın İnsanı, Bu çağın Dışında, Syf.17
[2] Bu Çağın İnsanı, Bu Çağın Korkusu, Syf.25
[3] Bu Çağın İnsanı, Bu Çağın Sevdası, Syf.33
[4] Bu Çağın İnsanı, Bu Çağın İnsanı, Syf.37
[5] Bu Çağın İnsanı, Bu Çağın İnsanı 3, Syf.43
[6] Bu Çağın İnsanı, Bu Çağın İnsanı 5, Syf.52
[7] Bu Çağın İnsanı, Bu Çağın Çocuğu, Syf.57
[8] Bu Çağın İnsanı, Çözdüm Seni, Syf.72
[9] Bu Çağın İnsanı, Su’dan Hikâye, Syf.127
