KAÇ MEVSİM DAHA HAZAN Dünya kocaman bir boşluk Mavinin yırtık parçaları dökülür Umudun uğramadığı mekanlarda Asi bir kalabalık gezinir Hayat yaşamsal bir...
MİSAFİR
Gerçek kötülüğe aklı yetmeyince, nedenler aramaya başlıyor insan.
Aniden gelen deprem haberiyle herkes çok korkmuştu. Köyde evler yıkılmış, bazı köylerden hiç haber alınamamıştı. Evde hızlıca başlayan hareketlilik, gece boyunca devam etti. Evin tek oğlu, “Buraya gelsinler. Kimseleri yok, ne yapacaklar tek başlarına? Gelsinler,” dedi. Kadın bir süre düşündü. “Tamam,” dedi. “Ara, gelsinler. Sen gider alırsın. Nasıl bulacaklar burayı? En son geldiklerinde diğer evde oturuyorduk. Hoş, orayı da bulamazlardı.”
Gece boyunca hazırlık sürdü. Kadın, “Buraya gelmeleri iyi olur. Orada kimse kalmamıştır. Kış günü… İlaçlarını da öğrenseydin, sabah eczaneden alırdık,” dedi.
Çocuk annesine döndü:
“Raporlu ilaçlardır onlar. Nasıl alacağız?”
Kadın biraz düşündü:
“Adı söyleyince çıkar, bulurlar. Gelsinler de… belki yanlarında vardır.”
***
Sabah erken saatlerde iki kardeş utana sıkıla geldiler. Salona geçip, koltuğun kenarına iliştiler; her an kalkıp gidecek gibiydiler. Küçük olanın yüzünde dünyevi hayata dair tek bir iz yoktu. Ne hırs, ne kıskançlık…
Kadın hızlıca bir sofra kurdu.
“Hadi gelin,” dedi. “Uzun yoldan geldiniz.”
Küçük kardeş zoraki birkaç kaşık aldı, sonra sadece su içti. Yıllar boyu abi-kardeş birlikte yaşamış, köylerinden neredeyse hiç çıkmamışlardı. Hayatları, aileden kalan köy evinin yanındaki meyve bahçelerinde geçmişti. Şimdi depremle birlikte zorunlu bir yolculuğa çıkmış, utançla sofrada oturuyorlardı.
***
Günler geçti. Küçük kardeş neredeyse kimseyle göz göze gelmeden saatleri sayarak yaşıyordu. Günlerce tek başına mutfakta oturuyordu. Depremde yıkılan tek katlı evlerinden sonra İstanbul’a gelmek zorunda kalmışlardı. Önce yaşlı amcalarının yanında kaldılar. Sonra abilerinin eski karısı sahip çıkmak isteyince şaşırdılar.
İki kardeş hiç evlenmemişti. Bahçeyle uğraşır, bazı geceler de bahçede uyurlarmış.
Ben de bir gün kalırım diye geldiğim bu evden çıkıp gidememiştim. Hayatta hiç ailesi olmamış gibi yaşayan bu iki kardeşin hâlleri beni çok üzüyordu. Ama ne yapabilirdim ki? Ben hangi sıfatla ne yapabilirdim?
***
Annemin çocukluk arkadaşı olan kadın, belli ki iyi biriydi. Yoksa neden herkesi başına toplasın? Sert bir yüzü vardı ama annem hep derdi: “Zor bir hayatı olmuş.” Genç yaşında evlenmiş. Kocası çalışmayınca boşanmış. İki çocuğuyla ailesine dönmüş. Sonra kendi düzenini kurmuş. Bir daha evlenmemiş. Çok isteyen olmuş, ama kabul etmemiş. “Üvey baba istemem,” dermiş. “Oğlum küçük, kızım huysuz.” Belki de böyle avunmuş. İnsan çaresizliğin tadını bir kere alınca, tamamdır. Bir daha eskisi gibi olmaz. Ağzının tadı bozulmuştur; geçmez. Yine de acı tatla yaşamaya alışır. Hatta bazen bu, başkalarının acılarına yakınlaşmayı sağlar.
***
İstesem gidebilirdim evime. Gitmedim. Bir sabah kendimi çay demlerken buldum. Acıma duygusu içimde büyümeye başlayınca, artık çok geçti.
Ne aşağılık bir böbürlenmedir aslında o! İnsan kendini ne sanıyor da böyle büyüklenmelere kalkışıyor, kim bilir?
Kahvaltı hazırladım, bekledim. Herkes uyanınca sofrayı görsün, minnet dolu övgüler sıralasın diye mutfak camının önündeki tabureye oturdum. Herkes toplandı. Kahvaltı ederken çok az yediklerini fark ettim. Hazırladığım şeyler kaynamasın diye tabakları tek tek kaldırıp önlerine uzattım.
Küçük kardeş gülümseyerek gözlerime baktı. Sonra elimdeki tabağa döndü. Sakince sandalyesinde yan döndü.
***
Artık neredeyse ağzına lokma koymuyordu. Sonra gülerek konuşmaya başladı:
“Bizim ortanca yeğen Kapalıçarşı’da. Bir kere evlerine gittik. Karısı plastik beyaz tabakta kek getirdi önümüze, karton sarı-turuncu bardakta çay koydu. Ben uzanacak oldum çay için, abim gözleriyle işaret etti. İçmedim. Orada kalmadık zaten, kalmazdık. Yeni evli insanlar, neyimize gerek?”
Abisi hiddetle söze girdi:
“Onu biz tek başımıza büyüttük. Ama evlenmedik. Abimizin yadigârıdır dedik, sustuk. Olur mu? Yakışık alır mı? Köpeğin önüne papara koyar gibi kek doğramış plastik tabağa…”
Bir an durdu, öfkesini yutkundu. Sonra ekledi:
“Şimdilerde sokaktaki hayvanların bile güzel kapları var. Neden koymuşlar o kapları? Hayvan yere atsan yer yemeğini. Ama insanın içi almıyor. Toz, toprak gider midesine diye düşünüyor insan…”
Küçük kardeş başını öne eğdi:
“Yemedik biz,” dedi. “Doğradığı kekten yemedik. Çay da içmedik. Abim işaret edince ben bıraktım. İyi oldu öyle. Sonra hemen kalktık zaten.”
Bunu söyledikten sonra yine sandalyesinde yan döndü. Günlerce mutfakta, aynı sessizlikle oturmaya devam etti.
Merve Balcıoğlu.
