TUZ AĞACI kırık vazonun ışığı vuruyor, tenine mevsim kışa hazırlanıyor yaprakları dökük ağaçların geceleri uyumak için susuyorum hep bakışlarımı kesiyor kuş sesleri ve...
EYLÜL
“Tamam, geliyorum.” diye kapattı telefonu. Vestiyerden mont geçirdi sırtına. Ne saçına baktı ne başına. Üstünde alelade bir kazak, altında mavi bir kot pantolon… Kapının önündeki ayakkabılıktan ilk gözüne çarpan ayakkabıyı geçirdi ayağına. Asansör 12. kattaydı. Yok, onu bile bekleyemezdi. Zaten ikinci kat, hızlı adımlarla merdivene yöneldi. Garip bir telaş, bir sızı düştü içine. Eylül çağırıyordu. Gitmese olmazdı.
Eylül’ün her sözü emir telakki edilirdi. Heybetinden esas duruşa geçerdi doğa. Her mevsim darbe sayılırdı aslında. Meydan okurdu kendinden öncekine. Açar isyan bayrağını, kurulurdu âlem sofrasına. Krallığını ilan ederdi bir müddet.
En masum, en romantik, belki en duygusal olanı ilkbahardı. O deli kışı, ayazı, karı, fırtınayı; güzel sözleri ve tatlı nameleri ile nasıl da kandırır gönderirdi. Hüküm süren o kara kış; birkaç bülbül sesine, birkaç gül rengine, miski amber çiçek kokusuna aldanır; tası tarağı toplar, giderdi. Adı çıkmış kötüye ya, aslında vicdanlıydı kış. Kıyamazdı bir hevesle topraktan yeni çıkmış ağaç filizlerine. Kıyamazdı rengârenk güllerin o narin, cilveli hâllerine.
Aşağı indi. Yakındı zaten, şu karşı parkta, banka oturmuş kendisini bekliyordu. Yürümeye başladı. Deli bir fırtına esti bir an. Yerde toz, toprak ne varsa savurdu. Montunun fermuarını iyice çekti. Yakalarını yüzüne getirerek rüzgârdan korunmaya çalıştı. Sadece iri, mavi gözleri açıkta kalmıştı. Bir de rüzgârda bir o yana bir bu yana savrulan uzun, sarı saçları. İnsanın içini titretmese de garip bir soğuk vardı. Normaldi aslında, Eylül’dü.
Bir de yaz vardı hani, ilkbaharın dantel misali, oya gibi ilmek ilmek işlediği, kendisine sunduğu… Yaz mevsimi ansız gelir konardı yeryüzüne. Gecekondu gibi türerdi şehrin ırak mahallerinde. Sonra şehir kendisi olurdu. Hazırkondu olur, yayılırdı. Miras gibi helal görürdü âlemi kendisine. Güneşi ardına alır, meydan okurdu tüm mevsimlere. Aldanırdı âdemoğlu onun ışığına, kanardı ışıltısına. Raks ederdi ağustos böceği eşliğinde. Yaz kendini beğenmiş, biraz da ukala. Hâliyle; ateşi, alevi, ışığı kendinden bilirdi. Abartırdı sıcaklığı. Dur, desen durmaz; git, desen gitmez. Gamsız, umarsız, biraz serseri…
Bayır aşağı yürümeye devam ediyordu. Rüzgârın şiddeti ile bazen sağa sola savruluyor, ayakta durmakta zorlanıyor, ardından yeniden buluyordu rotasını. Bir iki yağmur damlası hissetti çehresinde. Başını gökyüzüne çevirdi. Gri bulutlar bir şeylerden kaçar gibi art arda kuyruk olmuş, batıya doğru yol alıyordu.
Arkadaşı Eylül aramıştı. Sesi çok kötü gelmişti. Bir şeyler olmuştu ama ne? Eylül, can dostu, çağırmıştı; gitmemek olmazdı. Son kavşağı da döndü. Yolun karşısına geçti. Parkın içine girdi. Eylül ayında, parkın son günlerini yaşayan birkaç çocuk tahterevalliye doluşmuş; bir tarafta üç çocuk, diğer taraftaki dört çocuğa meydan okuma çabasında. Elleri, yüzleri esen rüzgârdan toz toprak içinde. Sağ tarafta bulunan iki salıncak, öksüz iki çocuk gibi boyun bükmüş, esen rüzgârda acıklı gıcırtılar eşliğinde, hafif bir ileri bir geri yapıyor. Âlemde bir yorgunluk, ekmek telaşesi ertelenmiş, meftun hayatın fon müziği, hafif acılı bir arabesk şarkı şimdi. Uzun kavak ağaçları gelinlik kızlar gibi boynunu bir o yana bir bu yana sallıyor, sonbaharın ciddiyetinden habersiz. Onların arkasında bulunan çam ağaçları olayın ciddiyetinin farkında. Kara kışa hazır, daha temkinli, daha kendinden emin.
Birkaç adım daha atınca köşede, bankta arkadaşı Eylül’ü gördü. İki bacağını birleştirmiş, zaten minyon tipli olan arkadaşı daha bir içine çekilmiş, nispeten kendisine büyük gelen montunun içine büzülmüş, küçücük kalmıştı. Donuk gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, âleme ışık saçan gözlerinin feri sönmüş; tepkisiz, ilgisiz biçare hâl almıştı. Geldi, tam karşısına dikildi. Nefesini bile toplayamadan sordu:
“Ne oldu?”
“Gitti.” dedi Eylül. Hiçbir şey söylemedi başka. Usulca arkadaşının yanına sokuldu. Bankın bir kenarına da kendisi oturdu. Çenesini iki eli arasına alıp derin suskunluğa ortak oldu.
Bir de sonbahar vardı. Yazın tüm ihtişamı ile yeryüzüne yayıldığı zamanın sonunda. Ağustos böceğinin pabucunu dama atan, şımarık yaz mevsimine haddini bildiren, yeryüzünde istila başlatan Eylül. Esen, yıkan, yağan, gürleyen… Çiçeğin kokusunu, ağaçların yaprağını alıp götüren… Sararmış dalları katar önüne, süpürür âlemi. Korkar öfkesinden kuşlar, yollara düşer. Yaz mevsiminin elinden çekip alır yeryüzünü. Bir ihtilal olur gökyüzünde, yeryüzünde. Durun ağaçlar dökmeyin, durun sarılar gelmeyin, durun kuşlar gitmeyin, diye yalvarsan da zamanı gelmiştir gitmelerin, zamanı gelmiştir derin hüzünlerin, zamanı gelmiştir ayrılığın.
Eskiden yüreği buz gibiydi Eylül’ün. Bembeyaz karlarla kaplıydı temiz yüreği. Soğuktu, ayazdı. Bilmezdi baharı, yazı. Sonra bir çift sihirli göz dokunmuştu gözlerine. Bahar gelmişti yüreğine. İçinde kuşlar ötüşmeye, duyguları bire bin vermeye başlamıştı. Sevda alevinin ilk kıvılcımları tutuşmuştu kalbinde. Hiç tanımadığı duygular önce fidan olmuş, büyümüş, yeşermiş, ruhunu kaplamıştı. Kıvılcım ateş olmuş, alev olmuş, sarmıştı tüm benliğini. Ardından yaz gelmiş, bulutlar üstünde raks etmişti yaz boyu.
Şimdi… Şimdi neydi bu zamansız soğuk, nedendi ki bu dolu vurgunu? Bu bulutlar, bu deli fırtına neyin nesiydi? Neden ağaçlar yaprağını döküyordu? Neden kuşlar gidiyordu? Neden miski amber kokulu yemyeşil doğa, çalı hüviyetine bürünüyordu?
Milyonlarca varlık içinde bir zerreydi Eylül. Meftun hayatın garip bir sahnesiydi yaşanan. Bir perde kapanmıştı. Adı Eylül gibi biliyordu. Dolu, fırtına sonra ayaz… Kar, tipi gelecekti ardından. Anlık silüet olarak kalacaktı gün.
Eylül’dü işte. Eylül, eylüllüğünü yapıyordu.
Vedat Ali Kızıltepe
