SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
MAZİYE GÖTÜREN TANECİKLER
Sabah yataktan kalkar kalkmaz pencereden dışarı baktığımda karın yağmış olduğunu gördüm. Kar taneleri raks edercesine yağmaya devam ediyordu. Seyretmeye doyamadığım bir manzaraydı. Sokak, masalsı bir görünümdeydi. Çevrenin kirini, pasını, sevimsizliğini, hatta yüreğimize tutkal gibi yapışan sıkıntı, huzursuzluk, mutsuzluk tortularını da silip süpürmüştü adeta.
Bir kar tanesi sabahın köründe beni diğer sabahların mutsuzluğundan arındırmış, canlandırmıştı. Evdekilerle gün aydınlandıktan sonra karımın yıllardır hiç eksik etmediği güler yüzü ve özenle hazırladığı sofraya oturdum. Ben Allah’ın şanslı kıldığı insanlardan biriydim. Karım sakin bir kadındı. Onunla evlendiğimizden bu yana çok fazla sorun yaşamamıştım. Yıllardır tencere-kapak misali geçinip gidiyorduk. Allah iki de evlat nasip etmişti. Dünyanın en zengin adamıydım. Yakacak kadar odunum, oturacak kadar evim, kahrımı çekecek karım, sevgimi vereceğim iki evladım vardı. Daha başka ne isterdim.
Kahvaltımı bitirdikten sonra kapıda beni uğurlayan karımla vedalaştıktan sonra apartman kapısından çıktım. Çıkar çıkmaz, sabahın ayazı, kırbaç gibi yüzümü yaladı geçti. Kar neredeyse, botlarımı kapatacak kadar yağmıştı. Adım attıkça ayaklarımın altında ezilen karların sesi, viyolonselden çıkan tiz melodiyi anımsatıyordu. Benim gibi bir sürü insan karın sihrine kapılmış olmalıydı. Yolda yürüyen bir grup şen kahkahalar atarak, kartopu savaşı yapıyorlardı. Bir zerreden oluşan kar taneleri, insanları mutlu etmeye yetmiş olmalıydı. Yanlarından geçerken gülümsedim.
Hem yürüyor hem de etrafımı seyrediyordum. Güneş korkakça bulutların arasından bir görünüyor, bir kayboluyordu. Bizimle saklambaç oynuyor gibiydi. Ezbere bildiğim sokağın yolu uzamış gibi gelmişti o esnada. Arabalar seyrek geçiyordu. Kar yağışının etkisi de olabilirdi. Normal zamanlarda korna sesleri dayanılmaz bir işkenceye dönüşebiliyordu. Yolum, yine bu şehre gelişimin başlangıcı olan apartmanın olduğu yere düşmüştü. Her geçişimde beni maziye götürürdü. Ah çocukluğum, gençliğim! Ne anılar biriktirdiğimi hatırlatıyor bana. İçinde hüznün ve mutluluğu barındıran anılar. Hayallerim, hayal kırıklıklarım, mücadelem, başarılarım, başarısızlıklarım. Kalbimin var olduğunu anladığım ergenlik zamanlarım. Hoşlandığım kızlara kaçamak bakışlarım. Hatta ilk sevgilimi acemice öpmeye çalıştığım o akşam…
Ne çok anım var bu semtte. Her anı çok değerli ve özel… İstanbul’un en güzel semti bana göre. Binalar da bizler gibi zamana karşı duramamışlar. Kimisinin boyaları dökük, dış duvarları, yağmura, kara, güneşe hatta depremlere karşı verdiği mücadelenin izlerini taşıyor. Onlar da ben gibi yaşlanıyorlar.
Çocukluğumun geçtiği bu mahalleye geldiğim günü hiç unutamam. Köyümüzden göç ettiğimiz ilk gün… Yol boyu ağlamıştım. Ardımda, dokuz yıllık bir yaşantıyı bırakarak çıkmıştım yola. Dere kenarında, balığa benzeterek oynadığımız iribaşlarla az mı zaman geçirmiştik Salih’le. Mustafa ile az mı top oynamıştık köy meydanında. Onları artık göremeyecek olmamın üzüntüsü, minik yüreğimi sıktıkça sıkıyor, canımı acıtıyordu. Ne işimiz vardı hiç bilmediğimiz yerlerde. Yol boyu yaşayacağımız yeni evimizi hayal etmeye çalışmıştım.
En son etrafımı seyrederken uyumuş olmalıyım. Yol uzun ve yorucuydu. Arabanın sarsıntısıyla uyandığımda, son durak olduğunu anlamıştım. Nihayet gelmiş olmalıydık. Ballandırarak anlattıkları, umut yükledikleri şehirdeydik artık. Babam bizden önce gelerek, yaşayacağımız evi, çalışacağı işini hazırlamıştı. Bizi almaya geldiğinde göçümüzle yola çıkmıştık. Korkak ve şaşkın bir hâlde arabadan indim. İlk kez şehre gelmenin tedirginliğiyle etrafımı gözlemlemeye başlamıştım. Evler hiç köyümüzdeki evimize benzemiyordu. Bir, iki, üç, dört, beş katlıydı. Annem, babam, ağabeylerim arabadan eşyaları indirmeye başlamışlardı. Ben kenarda ezik bir hâlde onları seyrediyordum. En sonunda eşyaların taşınma işi bitmişti. Hep beraber apartmanın dış kapısından girdik. Merdivenleri çıkmaya yeni başlamışken; babam bana seslendi:
“Oğlum! Nereye gidiyorsun? Evimiz aşağıda.”
Şaşırmıştım. Hayal kırıklığıyla karışık üzüntüyle onu takip ettim. Zorlukla indiğimiz dar merdivenden düşmemek için çok mücadele etmiştim. Sonunda ulaştığımız kapıdan içeri girdik. Eşyalar, oraya buraya gelişi güzel atılmıştı. Dar ve havasızdı. Cılız bir ışığı aydınlatmaya çalışan pencereler dikkatimi çekti. Köydeki evimizden bile küçüktü. O an mezara girmişim gibi hissettim. Ağlamaya, tepinmeye başladım. Babam, benim o hâlimi görünce daha fazla üzülmüştü. Ben sakinleştikten sonra yanıma geldi. Başımı okşadı. Kolay kolay çocuklarını seven, sevgisini belli eden biri değildi. Bize hep mesafeli dururdu. O arada annem, eşyaları yerleştirmeye çalışıyordu. Divanın birini yerleştirmişti. Babamla orada karşılıklı oturarak konuşmaya başladık. Babam, önce ne konuşacağını hesaplarcasına suskun kaldı. Sonra;
“Umut! Oğlum, biliyorum yeni yaşayacağımız evimizi beğenmedin. Babalar bazen çocukları, ailesi için yeni ufuklara yol alabilirler. Haklısın, köyümüzden ayrılmak hepimiz için kolay değildi. Ben, bu kararı verirken çok düşündüm. Sizin geleceğiniz için bu kararı vermek zorundaydım. Ben, sizin eğitim almanızı istiyorum. Şu andaki şartlarımızı kabullenmelisin. Yeni geldiğimiz için şartlarımız bu kadar. Fakat sonrası için elimden ne geliyorsa yapacağım. Üzülme artık oğlum.”
Babam benimle yetişkin biriyle konuşur gibi konuşmuştu. İlk kez bu kadar yakınlaşmıştık. Babama o gün hayranlığım daha da arttı. O gün, kendime söz verdim. Hiç yılmadan çalışacak ve başarılı olacaktım eğitim hayatımda. Dediği de oldu sonrasında. Yaklaşık beş yıla yakın oturduk o kapıcı dairesinde. Sonrasında babam, semtte bakkaliye açtı. İşler yoluna girdikten sonra kendi evimize taşındık. Bu mücadelede ağabeylerimin katkısı çok büyüktür. Benim büyüğüm ablam Nesrin ile ben onların sayesinde eğitim alabildik. O şimdi Doktor. Ben ise bir kamu kurumunda yöneticilik yapıyorum.
Nermin Güday Kaçar