0

DİLİ YALIN BİLGE BİR YAZARIN KALEMİNDEN “HAVUZ BAŞI” ÖYKÜLERİ

 Havuz Başı, 1952 yılında yayımlanmış ilk kez. Yani Sait Faik’in ölümünden yalnızca iki yıl önce…  Kitaptaki öykülerin üzerinde sonbahar hüznünün, ince bir kederin ve tarifi zor varoluşsal kaygıların gölgesi duyumsanıyor…

Türk edebiyatında batılı anlamda öykücülük 19. yüzyılda Tanzimat Edebiyatı’yla başlar. Bununla birlikte oldukça köklü ve gelişmiş bir anlatı geleneğimiz bulunmakta. Neredeyse binlerce yıllık bu gelenek; destanlarımızla, masallarımızla, efsane ve halk hikâyelerimizle beslenerek günümüze dek ulaşır.

Modern öykünün kurucusu ve en önemli temsilcisi olan Sait Faik, Çehov tarzı olarak da bilinen durum öyküsünün edebiyatımızdaki ilk örneklerini vermiştir. Onun öyküleri edebiyatımızda -benzerlerine önceden rastlanmasa da- türünün yetkin örnekleri olarak dikkat çekmektedir. Havuz Başı’nda bulunan toplam yirmi üç öykü, durum öyküsü tarzında yazılmış öykülerdir. Bu öykülerde merak unsuru ya da aldatmacalar, çözüm bekleyen karmaşık olaylar, kurgusallık bulunmamakta; okura alelade insanların günlük hayatlarından alınmış kesitler sunulmaktadır.

Ömrünün çok az bir bölümünde çalışmış olan Abasıyanık, gününü balıkçı kahvelerinde, parklarda, çarşı pazarda, küçük esnafla iç içe geçirmiş, bu sırada aylak bir adam izlenimi verse de o durmadan çevresindekileri gözlemleyip neredeyse her birini öykülerine yansıtmıştır. “Biz kahvedekiler avare değil miyiz? Avare olmasına mis gibi, bal gibi avareyiz ya, biz ümitsiz avareyizdir. Hâlbuki dışarıdakilerin daha ümidi vardır.”  Havuz Başı’nda edebi portre olarak adlandırılabilecek, bitiminde elimize fırçayı alıp tuale resmedebileceğimiz onlarca insan portresi kaleme alınmıştır. Kumarbaz Hayri Efendi, Bayan Gülseren, Recai Beyefendi, Mösyö Jül Rıza, Hacı Ali, Recai Darduman bunlardan birkaçıdır. Ve her birinde Sait Faik’ten izler bulunur.

Havuz Başı yazarının iddialı bir söyleme biçimi olmasa da sosyolojik açıdan oldukça önemli saptamaları var. Sait Faik, yaşadığı dönemin sosyal yapısına ve etrafını çevreleyen toplumun günlük yaşantısına dair birçok ayrıntıyı yansıtıyor. Öykülerinde modern topluma, aslında modernleşmenin biçimine ilişkin eleştiride bulunuyor. Hızlı ve yarım yamalak şehirleşmenin getirdiği sağlıksız modernlik anlayışı, geleneksel yaşantımızın terkine ve yadsınmaya layık kültürel bir değişime yol açmıştır. Böylelikle birbirinden uzaklaşmış insanlar devasa bir döngünün içinde kalabalıklar halinde fakat yalnızlaşmış olarak yaşamaktadır. Eski sıcak ve içten ilişkiler yerini yapaylığa ve bireyselliğe bırakmıştır. Tanık olduklarına ilgisiz kalamayan yazar, çağının ayrıntılı bir panoramasını aktarır öykülerinde.

Uzunca bir süre Fransa’da eğitim alan fakat okulunu bitirmeyen, daha sonra disiplin kabul etmez kişiliğinden ötürü öğretmenlik mesleğini devam ettirmeyen, babasının açtığı zahireci dükkânını işletemeyip kapatan -oysa babası iyi ve hali vakti yerinde bir tüccardı- Sait Faik, ömrünün önemli bir kısmını çalışmadan geçirmiştir. Halk arasında avare ya da başıboş diye anılan bir insan tipinin en güzel örneğidir.

Öldüğü zaman cebinden yirmi sekiz kuruş çıkan Orhan Veli’nin kendisini tanıtırken “Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım” dediği gibi düz düşünenler için öykü, şiir, roman yazmak; resimle, müzikle ilgilenmek lüzumsuz işlerdir. Oysaki sanatçılar için onların ehemmiyetsiz bildiği şeyler hava gibi, su gibi ihtiyaçtır. Şair dizeleriyle, yazar kaleme aldığı satırlarla, ressam tablolarıyla, heykeltıraş yonttuğu heykelleriyle, müzisyen sesi ya da çalgısıyla, tiyatrocu sahnede duruşuyla var oluşunu gerçekleştirir. Yine Sabahattin Ali aynı konuda, İçimizdeki Şeytan adlı kitabında “İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı” der.

Varoluşunun, kendini insan hissetmenin yazmaktan geçtiğini bilen Sait Faik, bir parkta, havuz kenarında oturur; bir havuzun sularına bir de çevresindeki insanlara bakar. Âdeta canlı bir organizmayı anımsatan şehrin karmaşasını anlamlandırmaya, tıpkı karıncalar gibi oraya buraya koşuşturan kalabalıkları algılamaya çalışır. Sevmek ve sevilmek ihtiyacı yoksa yalnızca ona özgü bir gereksinim midir? Bu insanların durup gökyüzüne, birbirlerine bakmaya niyetleri ve zamanları hiç mi yoktur? Şaşarak, samimi bir hayretle bakar çevresine: “Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri on ikiyi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp bana baktı? Yoksa kimseciklerin oturmadığı kanepelerde bu saatte yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler âşık değil mi bu şehirde? Kimseler bu meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görebilmek için kimsenin?”

Sait Faik’in bütün eserlerinde olduğu gibi Havuz Başı’ndaki üslubunda da sadeliği fakat derinliği dikkat çeker. Edebiyatta sehli mümteni adı verilen bir söz sanatı vardır ki şiirimizde en başarılı örneklerini “bir ben vardır bende benden içeri” diyen Yunus Emre vermiştir.  Peki ya öyküde sehli mümteni olmaz mı? “Ben, iskambil oynarken, yanımda birisi durursa pek mutlu olurum, o zaman oyunu da iyi oynarım. Neden diye soracak olursanız, kendi başıma hayalperest olduğum halde başka biriyle yan yana bulunduğum zaman adamakıllı mühendis gibi, doktor gibi hesaplı olurum da ondan.”

Kumarbaz Hayri Efendi ne de çok benzer Sait Faik’in kendisine…  Bu nedenle yazarın ona dair çizdiği yazınsal portreye daha fazla dikkat kesilmek gerekir. Havuz Başı’nda yaşayan, düşünen, duyan ve söyleyen Hayri Efendi değil, Sait Faik’in ta kendisidir aslında: “Şu Hayri akşamları muntazaman evine gelir, şu Hayri’nin rakısı yoktur. Hovardalığı görülmemiştir. Kimseden ödünç almaz, borç verir aksine… Eli açıktır. Bütün kabahati ayda atmış papele kapıcılık, uşaklık etmemesi, lise tahsili yaptığı halde bir bankaya girecek kadar gençliğinde futbol oynamamasıdır. Bunlar da zamanın büyük kusurlarıdır. Futbol oynamalıydı. Hatta güreş de etmeliydi. Ama mademki Hayri aptal değildir. Mademki şöyle böyle kötü bir şair olmadığı için kendisine kitaplar toplatmak salahiyeti, radyolarda büyük büyük laflar etmek harçlığı verilmemiştir, ne yapsın? Kendisine göre o da mühim bir iş bulmuştur: Kumar.”

İnsan denilen otuz iki dişli canavar, diyor Sait Faik Hayri Efendi’nin dilinden. Çevresinde işittiği, zaman zaman önemsemeyip fakat kimi zaman içine attığı avare hayatına dair eleştirilere cevaben olsa gerek, topluma faydalı olmak nedir türünden meselelere değiniyor. Böylelikle belli çerçeveden çıkamamış, küçük dünyalarda üretilen birçok sığ düşünceye de karşı duruş sergiliyor.  “Cemiyete faydalı olmak? İnsanın cemiyete faydalı olabilmesi için düşünmesi, yürümesi, gezmesi kâfidir, der Hayri. Öyle midir? Münakaşayı sevmez. Düşüncesini kabul etmelidir. Faydalı, faydasız, zararlı, zararsız… Bunlar ancak dış görünüşlere göre yapılan birtakım ayırmalardır, insan cemiyete en faydalı gibi göründüğü zaman en büyük zararı da yapabilir mi, yapamaz mı? Hayri’ye göre yapabilir. O halde? O halde yaşayan, kocaman şehrin içinde şapkası kafasında -şapkasız da olur a- gezip dolaşan her insan denilen -otuz iki dişil canavar- faydalıdır. Ötesini geç bir kalem…”

Dünya üzerinde varoluşa dair sevinçler ve elbette ki bunun yanı sıra varoluşsal sıkıntılar yaşayan yegâne canlı biziz. Ya da en azından bize öyle geliyor. Çağlar boyunca birçok düşünsel akımla, felsefi doktrinle; insana, dünyaya, topluma, bireye, evrene, varlığa ve yokluğa dair sav ürettik. Sait Faik özel hayatında felsefi derinliğini pek de ele vermeyen bir kimse olmakla birlikte, öykülerinin satır aralarında birtakım ipuçları ile okurunu düşünmeye, sorgulamaya sevk etmiştir: “En zararsızlarımız sütçü beygirlerinin arkasında İstanbul sabahlarının sisli perişan sokaklarına küfreden hilekâr sütçüler, akşam karanlığında ışıksız, hanımeli kokan mahallelerde ‘akşam simidi’ diye haykıran bol şalvarlı, patates yüzlü, masum çocuklardır. En faydalılarımız büyük kitaplar yazan, cart curt öten, yalan yanlış hesaplar yapıp binalar çökerten, beton köprülerin bin ton kaldıracağını hesaplayıp da, yüz atmış ton kaldırmayınca nasıl olup da yıkıldığına eseflenen mühendislerdir.”

“Cemiyete sahiden faydalı olmak gerekir mi?” diye bir düşünceye kapılan Hayri Efendi neredeyse Sait Faik’in “o nefis, o tatlı, o serseri kumarbaz hayatı” nitelendirdiği hayatı bırakacaktı. “Evet bu dünyadan hiçbir şey yapmadan göçüp gitmek de fena bir şey!” diyordu. Çevresindekilerin topluma faydalı işler yapmak konusunda ahkâm kesmeleri, yazarı büyük bir olasılıkla onların genel fakat çok da doğru olmayan düşünceler üretmelerine karşılık vermeye itmekteydi. Oysa gerçek saadet olduğun gibi yaşayabilmek, elbette bu sırada hiçbir varlığa ya da canlıya zarar vermemek olsa gerek…

Mesele… Herkesin bir meselesi var bu dünyada. Kiminin maddesel, kiminin içsel, kiminin ideolojik, kiminin kişisel… Kumarbaz Hayri’nin de kafa yorduğu, içinde alıp verdiği bir meselesi vardı. Zamanla “fikri sabit” -bir tür takıntı- halini alan meselesi onu içten içe sarmaya başlamıştı. “Acaba hakikaten şu dünyada faydasız mıyım? Faydasızsam zararlı mıyım? Zararlıysam ne olur, ne çıkar?”  diye bütün gece düşünüyor, sabah bölük pörçük uykusundan uyanır uyanmaz kendini kahvehaneye atıyordu. İşte tüm bu düşünce yoğunlukları ve aynı zamanda kaçışlar aslında yazarın en mühim meselesiydi.

Herhangi bir edebi akıma bağlı kalmayan Abasıyanık -bilip de itibar etmemek noktasında bir yazardır o- tek gücünü neredeyse bütün zamanını içinde geçirdiği, en ince ayrıntısına kadar gözlediği insandan ve insanı çevreleyen her türlü iç dış ufuktan almıştır. Bu nedenle eserlerinde mekâna oldukça önem verir. Havuz Başı’nda öykülerin geçtiği yerler titiz bir işçilikle resmedilmiş. Bilirsiniz mekânın ruhu insana, insanın ruhu mekâna geçer. “Kasaba coğrafi vaziyeti yüzünden lodosu, poyrazı pek az tutan bir limanda kurulmuştur. İki vilayetin, yedi kazanın, otuz kırk nahiyenin, yüzlerce köyün iktisadi durumu bu limanın işlemesine bağlıdır. Kasaba deniz kenarına yığılmış evleriyle dar sokaklardan ibarettir. Bir ana yolu gelir, doğruca limana dayanır. Bütün dükkânlar, manifaturacılar, bakkallar, berberler, kunduracılar bu anayolun üzerindedir. Limana doğru iner gibidirler. Limanın tam karşısında büyük bir meydanlık vardır.”

Havuz Başı’nı okurken Sait Faik’te ince bir hüznün varlığı dikkat çeker. Şu da bir gerçektir ki insan en çok mutsuzluğundan utanır, yoksulluğumuzu bile kederlerimiz kadar gizlemeye çalışmayız. Abasıyanık da işte bu ortak dürtümüzden yola çıkarak kederlerini okura yansıtmamaya çalışıyor sanki, yine de hüznünün kaynaklarını -belki farkına varmadan- ele veriyor. Jimnastik Yapan Adam isimli öyküsünde “Evet, hiçbir zaman bulamayacağım kadınımı düşünüyordum. ‘vur hançeri kadınım!” diye başlayan şarkıyı da söylerdim bir düziye.” der. Çatışma isimli öyküde ise dostları tramvay durağında bir genç görüp ona benzettiklerini söylerler. “Ben hiç evlenmedim. Tabii çocuğum da olmadı. Ama varsa… Olabilir a.” diye gerçek ve düş arasında muhakeme yapan yazar ahbaplarına hayalindeki oğlunu kastederek “Odur muhakkak” cevabını verir. Yine bir gün niyet çektirir. Niyetçi yazarın şansına çıkanı okur: “Boşu boşuna niyet ediyorsunuz. Aşk tarafından talihiniz kapalı. Sizi sevmiyor. Ama üzülme, aşk tarafından olmazsa başka yerden yüzün gülecek, bir yerden eline külliyetli para geçecek…” Sait Faik hayıflanır, içini bir kara duman kaplar. “Parayı ne yapayım ben” der.

İkinci Dünya Savaşı’nda savaş zengini olan kimseler, karaborsacılar Havuz Başı’nda olumsuz insan örnekleri olarak dikkat çeker. Başkalarının sıkıntılarından ve korkunç harp yoksunluğundan faydalanan, çıkarcı, acımasız, tüm erdemlerden mahrum kişiler olarak betimler: “Harp başlamadan evvel birinin bir kumaş mağazası; ötekinin meşini, köselesi; berikinin ayakkabı için tahta çivisi, potin bağı; bir başkasının diş fırçası, tarağı, jileti; bir ötekisinin de kâğıdı, çinkosu, kalayı, hırdavat eşyası vardı. Üç senede milyoner oluvermişlerdi. Şehir en küçüğünden en büyüğüne kadar haksız para kazanmayı ayıp saymıyordu.”  Oysa milyoner hastalığıyla cezalandırdığı bu insanlar popüler kültürde, geniş halk kitlelerince eleştirilmemektedir bile.  Yazar tarafından ruhtan uzak, sadece bedensel hazlara yönelik ilişkileri sorgulayan bir öykü. On Milyonerle On Metresi.

Herhangi bir siyasal akımın etkisinde kalmamakla birlikte toplumdaki gelir adaletsizliği, yoksul insanların gündelik problemleri Sait Faik’in öykülerinde ele alınan bir konu olmuştur. Keskin siyasal söylemlerde bulunmasa da bağlı bulunduğu toplumun sorunlarına tamamen sırtını dönmemiş. İnce bir duyarlılıkla farkındalığını ve tepkisini ortaya koymuştur. Havuz Başı’nda Sakari deresinin yol açtığı selden söz ederken şunları yazar: “Ah ne sinsi sudur bu! Sanki en büyük düşmanı fukara insandır. Âdeta seçer de gelir avara dul kadının evindeki mandayı boğar. Sanki kötü insan dünyada eksikmiş gibi gider de on üç yaşındaki masum Recep’in koyunlarından alır; ağanın koyunlarına dokunmaz.”

Bazı ruhlar duvarlar arasında, evlerde, odalarda bahtiyar olamaz. Lacivert gökyüzüne tavan olarak bakmak; yıldızları, olanca ihtişamıyla mehtabı seyretmek, insanların güzel fakat güvenilmez varlıklarından uzaklaşıp parklara bahçelere sığınmak isterler. Yaşadığı adada büyük bir yazar olduğu dahi bilinmeyen, cenazesindeki kalabalıkla çevresini şaşırtan Sait Faik de böylesi bir yapıya sahiptir: “Park ismi de güzel ya, millet bahçesi, uzunca ama daha güzel. Millet bahçelerinin sabahı, öğlesi, akşamı, bir de gecesi vardır. Hele kim bilir Gülhane Parkı’nın gecesi ne güzeldir. Her zaman Şarlo ruhunda bir serseri düşünürüm. İnsanları delicesine sever, ama onlardan korkar, kaçar, hep kötülük görür, hep itelenir kakalanır. Gündüzleri yazıhanesi, kahvehanesi, akşamı birahanesi Gülhane Parkı’dır. Yalnız gecelerini halden anlayan bir ihtiyarın kahvesinde geçirebilir. Bir peykede yatar. Yaz geceleri yıldızların, kış geceleri karların altındadır. Ah, uykular! Parkta uyunan uykular!”

Sait Faik’in memuriyete, sıradan insanların dünya görüşlerine dair söylediği sözler o kadar çok ki sanılmalıdır ki yazar onları seyre gelmiştir bu dünyaya, sadece seyre ve elbette anlatmaya zaman zaman da onlardan olmadığı için sevinmeye… “Evet, bir memur olsaydı, baremin bilmem kaçıncı derecesinde… Şimdi maiyetinde insanlar olurdu. Emir verirdi. Bağırır, çağırırdı da; yüzünden duvar rengini atar, millete, vatana bir faydam dokunuyor diye böbürlenirdi. Bir gazeteci, bir fıkracı olsaydı, bir sütun yazar, gözüne kestirdiği, kıskandığı bir adama veriştirirdi. Ustabaşı olsaydı, zayıf, çelimsiz, miskin Mehmet’e: ‘Çekil ordan! Bak! Kör gözün görsün. İşte böyle yapılır, kol böyle çekilir, makineden eşya böyle alınır, ulan ilmik böyle atılır’ diyebilirdi…”

Babasını otuzlu yaşlarında kaybeden Sait Faik, ölümüne dek Burgaz Ada’da annesiyle kısmi bir münzevi hayatı yaşamış, ömrünün son günlerini tam da hayal ettiği gibi tüm hırslardan azade sadece yazarak geçirmiştir. İşte o günlerden bir esinti: “Birdenbire evimi özledim. Anam buruşmuş oturuyordu, ayva ağacında kuş vardı. Sonra penceremin altına, keskin hançer yapraklı, kabuğu ayrılmış bu okaliptüsü kim dikmişti? Zeytin yeşili yapraklarını sonbaharda kadınlar gelir, anamdan rica eder, toplarlardı. Öksürüklere, soğuk algınlıklarına birebir gelirmiş.”

Fukaraların, yoksul balıkçıların, avarelerin, işsizlerin öykülerini yazmayı tercih eden yazarın ustalık dönemi eserlerinden olan Havuz Başı, Oktay Akbal’ın ona dair bir anısıyla bitiyor. Bu anı, Sait Faik Abasıyanık’ın öykücülük hayatını özetler nitelikte:

“Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir Boğaz gezintisini anımsıyorum. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti:

‘Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?’ Anadoluhisarı İskelesi’nin yanında küçük bir kahve vardır. ‘Haydi’ dedi, ‘mademki hikâyecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım?’ Baktım üç dört kişi oturmuş, kâğıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler… İran şahının, Atatürk’le resmi falan.  ‘Bu resimleri belirtirim’ dedim. Kızdı birden, ‘Ulan!’ dedi, ‘o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be?'”

Hatice Eğilmez Kaya

 

 

 

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler