TIK! Kapıyı hızla kapamadı. Temkinli, yanlış anlamalara ihtimal vermeden çekti. Kapı örtüldü: Tık! Belli ki geri gelecekti. Gittiği yer kaçmak istediği bir yer değildi....
HELAK
Gözlerini tavana dikmiş, akan damlaları izliyor. Şeffaf damlalar peş peşe yatağının ayakucuna iniyor. Ayakları suyun içinde kalmış; kanı çekilmiş, soğukluğu hissetmiyor. Ölümün ayaklardan başladığını biliyor. Gülümseyerek saymaya devam ediyor: Bir, iki, üç… on yedi… Unutup yeniden başlıyor.
Yağmur gece başlamıştı. Tavanda küçük küçük damlalar belirmiş, sağa sola yayılmışlardı. Yağmur şiddetlendikçe büyüyerek harabeye iniyordu. Eskiden her bir damlanın altına bir kap koyardı, ama şimdi aldırmıyor.
Sonbahar yaprakları, sarı çocuklar gibi gözlerinden düşüyor. Çocuk, ellerini açarak dönüyor, yaprakları yakalamaya çalışıyor. Yakalayabilse onları yerlerine yapıştıracak. Bu tam da onun gibi; sarışın, çelimsiz. Yaprakları tutacak gücü yok ama yine de koşuyor. Kısa pantolonlu çelimsiz çocuk, büyüyünce astronot olmayı hayal ediyor. Sarışın çelimsiz çocuğa acıyarak bakıyor. Eğer ellerini kaldırabilse, “Nah olursun astronot!” diye hareket çekecek ama olmuyor, gücü yetmiyor.
Susuzluktan dudakları yapış yapış olmuş. Damlalara uzanmaya çalışıyor. Yatağında doğrulmaya çalışırken sırtının ortasında bir çatlama hissediyor. Yıllanmış kemikleri çatırdıyor. Sırtüstü yatmaya çalışırken ağzından küfürler dökülüyor. Gözleri kısa pantolonlu çocuğu arıyor. En güzel oyununu yarıda bırakıp gitmiş. Kısa pantolonlu çocuk hep aynı, bırakıp bırakıp gidiyor. Hayallerinin küçük kasabaya sığmayacağını anladığında da öyle yapmamış mıydı? Ailesini, sevgililerini bir yere koyup gitmemiş miydi?
Yağmurun dinmiş olması gerek; birazdan damlalar kesilecek demek ki… Gün ışığı, perdenin kenarından sızarak yatağın kenarına düşmüş sessiz sedasız. Eski karısı, Arnavut kızı gibi o da odaya sessizce süzülürdü. İşte yine odaya girdi. Yüzü, ay ışığı gibi parlıyor; narin duruşu, beyaz bir tül gibi gözlerinin önünden geçti. Elinde bir bardak su var ve tekrar tekrar kapıdan içeri giriyor.
Arnavut gelininin ne zaman eskidiğini düşünüyordu. Düşünceleri Sevda’ya yöneldi. Odayı neşeyle doldurdu Sevda. Sevda’nın kahkahalarından kaçan Arnavut gelin, kucağında iki yaşındaki oğlu ile geriye bakmadan uzaklaştı. Aradan ne kadar zaman geçti, kim bilir. Hastalandığını da mı duymamıştı. Gelmedi işte. Araya bir soğukluk girdi, bir de inat. İnsan geri dönmüyor. Kaç kez yalvardı gelmesi için ama o hiç cevap vermedi.
Sevda da zamanla eskidi. Tanıdığı her kadın, bir öncekini gölgede bıraktı. Geçmişteki kırılgan yüzler yavaşça hayatından çıkarken, yeniler merakla adım atıyordu. Küstürdüğü kadınlar odadan geçip gidiyor; Sevinç, Catherine, Darla, Betül… Hepsi mahcup bir şekilde uzaklaşıyor. Hastalanmadan önce tramvayda tanıştığı kızıl saçlı kız, eski kadınlarını unutturuyor. Parklarda dolaşıyor, yalnızlığını ve içsel dünyasını paylaşıyor. Birden kızıl saçlı kız ellerini kaldırıp “Evlen benimle!” diyor. Koca bir kahkaha kopuyor; “Korkuluk mu yapacaksın beni?” diyor, şaşkınlıkla. Kızıl saçlı kız susuyor, belki de bir gün eskiyeceğini fark ettiğinden…
Yağmur yeniden hızlanıyor. Damlalar büyüyerek ayaklarının dibine düşüyor. Bir kısmı tavanda birbirine yapışarak yan duvara doğru sızıyor. Yan binada yalnız bir kadın yaşıyordu. Bir zamanlar kadına çok acımıştı. İçinden “Acaba ne oldu?” diye geçirdi. Bu lanet olası yataktan çıkamadığı için gidip bakamadı. Belki birilerini aramalıydı. Telefonun borcundan dolayı kesildiği aklına geldi. Birkaç lokma bir şey yeseydi iyi gelir miydi? Elektrik sobasının üstünde patates vardı, uzanabilir miydi? Sobanın kablosunu sol eliyle çekti ama olmadı, soba büyük bir gürültüyle devrildi. Zaten elektrikler kesikti, sobanın taklalar atmasına aldırmadı. Kendi kendine “Kimin umurunda?” dedi.
Boğazda ilk seferlerine başlamış vapur düdükleri duyulmaya başladı. Martılar aklına geldi, gözlerinin önünden sırayla geçtiler. Bir çocuk, annesinin eteğinden çekerek sordu: “Anne, martıların evi yok mu?” Kadın, şaşkın bir şekilde bakakaldı. Martıların evlerini nasıl anlatacağını bilemedi. Çocuk ısrarla tekrar sordu. Kadın, parmağıyla karşıdaki harabeyi işaret etti. Çocuk, simidinin yarısını martılara diğer yarısını konaktaki yaşlı adama verdi. Adam boş ellerine baktı, yutkundu.
Sokaktaki gürültüler, eski konağın üçüncü katına kadar ulaşıyor. Sabahın son saatleri geçiyor. İnsanlar işlerine yetişmek için acele ediyor. Kızıl saçlı kızın sesi kulaklarına çarpıyor, taksiciyle pazarlık yapıyor bir yandan da konağın üçüncü katına bakıyor. Eğer pencereye ulaşabilse kızıl saçlısı onu görecek. Ancak bunun, yağmuru tersine yağdırmak kadar zor olduğunu biliyor.
Oğlu odanın ortasında dolanıyor. “Biyolojik babam!” diyerek sarılıyor ona, yılların acısını çıkarırcasına… Sanki kemikleri birbirine geçecek gibi. “Dur, yapma!” diyecek ama yapamıyor. Arnavut gelin bir bardak suyla kapıdan içeri giriyor. Sevda’nın kahkahaları odadan geçip gidiyor. Annesi ise küskün bakıyor. Kısa pantolonlu çocuk, yaprakların peşinde dönüp duruyor. Güvertedeki çocuk, annesinin kolunu çekiştirip harabeyi gösteriyor. Kapkara bir sessizlik çökerken yaşlı adam tavana bakıp,
“Martıların evleri yok mu?” diye soruyor.
Ferda İnanoğlu