ÇIKIŞA DOĞRU Beni ilk fark eden o yaşlı kadın oldu. Cadde üzerinde yürürken gözüm durakta asılı bir afişe ilişti. Görür görmez durdum. Ne kadar...
BULUTLARI YIKADIM
Penceredeki buğu silinmemişti haftalardır, bir elin izi gibi duruyordu, yıllar öncesinden kalmış, zamanı unutan bir parmak gibi, camın kenarına kazınmıştı. Buğu, geçmişin nefesiydi. Her sabah, aynı nemli manzaraya uyanmak, aynı rüyayı tekrar tekrar görmek gibiydi; ama bu, güzel bir rüya değil, sesini kaybetmiş bir anının içinde yürümeye benziyordu. Gökyüzü, lekelenmiş bir defter sayfasıydı. Yağmur her şeyi yıkıyor ama bir türlü göğün yüzündeki kirleri temizleyemiyordu. Sanki bulutların arkasında unutulmuş bir günah vardı. O yüzden yıkamak gerekiyordu onları, sabunla, suyla, hatıralarla, belki biraz da sessizlikle.
İlk kez o sabah içimde bir arınma isteği doğdu. Kimseye anlatılamayacak bir temizlikti bu, temizlikçi kadınların anlayamayacağı, evlerin duvarlarını ovmakla geçmeyen bir şeydi. Bu, içe sinmiş bir isten kurtulma arzusu, boğaza düğümlenmiş bir gölgeyi çözme çabasıydı. Kendi kendini yıkamanın imkânsızlığına rağmen, ben bulutlara uzanmak istedim. Çamaşır ipine serdiğim düşünceler kuruyana kadar içimdeki su azalmadı. Rüzgâr bile benimle yıkandı o sabah, serinliği tenimi değil, geçmişimi üşüttü.
Bir zamanlar balkona astığı beyaz çarşaflar arasında dolaşan çocuk sesleri vardı. Şimdi aynı çarşaflar, yalnızca rüzgârla kıpırdıyordu; çırpınan bir kuşun kanadı gibi değil, teslim olmuş bir bedenin sarkıntısı gibiydi. O çocuk sesi yoktu artık. Belki hiç olmamıştı. Ama insan olmayan şeyleri bile özleyebiliyordu. Hayal ettiğini kaybetmek, gerçekten var olanı yitirmekten daha çok acıtıyordu bazen. Ve ben, sana dair kurduğum her hayalin yasını ayrı ayrı tutuyordum.
Camın dışında mor bir martı dolandı bir sabah. Uçmuyordu, süzülmüyordu da. Yalnızca bir an durdu. Göz göze geldik. Tanıdım onu. Mor martılar gerçek değildi, biliyordum. Ama bir zamanlar senin söylediğin her şey gibi, onların da gerçek olmadığına inanmak istemiyordum. Martının gözlerinde sanki senin bakışların vardı. Oysa sen yıllar önce gitmiştin. Ne bir veda mektubu ne bir açıklama. Sadece yıkanmamış bulutlar, kurumamış çamaşırlar, yarım kalmış bir yaz mevsimi kalmıştı geriye. Tıpkı o martı gibi, ben de yere düşmüştüm. Ama benim kanatlarım yoktu.
Her şeyin rengi soluyordu zamanla. Yastık kılıfları, fotoğraflar, evin duvarı, senin gülüşün, hatta hafızamın kendisi bile. Ama bazı izler vardı ki solmuyordu. Mendile sarılmış bir hüzün gibi, çekmecelerde unutulmuş ama her el atıldığında yeniden kokusunu salan bir şeydi bu. Unutmaya çalıştıkça hatırlıyordum. Bastırdıkça beliriyordun. Sildiğim camlarda yeniden beliren o ad gibi, sen de içimde hep yeniden yazılıyordun.
Bir yaz sabahı, göğün yıkanacağına inandım. Küvetin içine doldurduğum suya bulutları batırdım hayalimde. Köpükler arasında kaybolan gölgeleri izledim. Dalgalar arasında dağılan yüzünü, sabun kalıntılarında karışan sesini, süzülen su damlalarında kaybolan izlerini. Ama köpük ne kadar beyaz olursa olsun, seni içimden söküp atmaya yetmedi. Çünkü bazı lekeler sabunla çıkmaz. Bazı izler yalnızca zamanla silinir, o da silinebilirse. Ve zaman, senden yana hiç adil olmadı bana. Sokağın köşesinde hâlâ senin ayak izlerini arıyordum. Asfaltın çatlaklarında yankılanan ayak seslerini. Ama her adım geri götürüyordu beni. Gidilen değil, terk edilen yolların izi daha derin oluyordu. Senin geçtiğin değil, artık geçmediğin yerler acıtıyordu beni. Yokluğun, varlığından daha somuttu. Seninle dolu olmayan her oda, senin en çok olduğun yerdi. Ve ben, her şeyi senin yokluğunda yeniden kurmak zorundaydım.
Günler geçti. Mevsimler soyundu. Rüzgâr daha sivri esmeyi öğrendi. Güneşin ışığı bile soğukla karıştı. Ama hiçbir sabah, içimdeki lekeli gökyüzünü değiştirmedi. Bulutları kaç kez daha yıkarsam, seni içimden sökebilirim, bilmiyordum. Çünkü sen hiç kurumadın. Kalbimin arka bahçesinde, eski bir şemsiye gibi duruyordun. Ne açılıyordun yağmura ne de sökülüyordun fırtınadan. Oradaydın. Hep oradaydın.
Balkon demirine astığım eski bir çamaşır ipi vardı. Yıllardır oradaydı. Üzerinde artık hiçbir şey asılı değildi. Ama o ip, benim hayatımın en net çizgilerinden biriydi. Hatırladım. Bir yaz günü oraya bir gömleğini asmıştım. Kurusun diye. Gömlek kurudu. Ama senin terin kaldı üzerinde. O terin kokusu, hiçbir deterjanla çıkmadı. Sadece katladım. Mendil kutusunun altına koydum. Belki unuturum diye. Ama her ağladığımda o gömleğe uzandım. Ve senin terinle karıştı gözyaşım. Böylece seni içimden hiç çıkaramadım.
Yıllar geçti. Aynı cam, aynı rüzgâr, aynı martı. Her şey duruyordu. Sadece ben eksiliyordum. Gökyüzünü kaç kere yıkarsam yıkayayım, maviliği geri getiremiyordum. Çünkü sen gitmekle kalmamıştın. Alıp götürmüştün. Renkleri, kokuları, anlamları. Geriye yalnızca lekeler kalmıştı. Ve ben, bu lekeleri kendi dilimle anlatamıyordum. Çünkü lekeler konuşmaz. Sadece iz bırakır.
Günün birinde bulutlar gerçekten yıkandı mı bilmiyorum. Ama ben yıkandım. İçimdeki sularla, gözlerimdeki sellerle, yılların biriktirdiği küflerle. Ve sonunda, sessizliğe sarındım. Beyaz bir çarşaf gibi örttüm geçmişi. Kurumasın diye değil, görünmesin diye. Ama sen yine kurumadın. Ayrılığın çamaşır telinde hâlâ asılı kaldın. Ve ben, her sabah o yöne bakmamaya çalışarak yaşlandım.
Arzu Candan Sürmen
