ÇIKIŞA DOĞRU Beni ilk fark eden o yaşlı kadın oldu. Cadde üzerinde yürürken gözüm durakta asılı bir afişe ilişti. Görür görmez durdum. Ne kadar...
ÂNI TAMİR ETME
Zaman, adeta parmak uçlarından akıp giden bir kum tanesi gibiydi. O kadar hızlı, o kadar telaşlıydı ki modern dünya, insanlar bir an olsun durup nefes almayı unutmuştu. Ama şehrin kalabalık caddelerinden birine sapıldığında, zamanın farklı bir ritimde aktığı, küçük, loş bir dükkân vardı. Dışarıdan bakıldığında, vitrinindeki tozlu antika saatler ve içeriden yayılan tik-tak sesleri, buranın başka bir çağa ait olduğunu fısıldıyordu. Tozlu camındaki, solmuş “Zamanı onarıyoruz.” yazısı, bu dükkânın sadece mekanik bir yer olmadığını, ruhani bir misyonu olduğunu da ima ediyordu.
“Zamanın en pahalı hazine olduğunu anlamayan, ömrünü boşa harcar.”
Bu, dükkânın üzerinde asılı, neredeyse silinmiş, solgun bir tabelada yazan veciz bir sözdü. İçeri adım attığınızda, buranın sadece bir saat tamircisi değil, zamanın kendisinin de tamir edildiği bir tapınak olduğunu anlardınız. İçerisi, ince ahşap ve metal kokularının birbirine karıştığı, tik-tak seslerinin senfonisini yankılayan bir mabetti. Duvarlar, her biri ayrı bir hikâyeye sahip bin bir çeşit saatle doluydu: Altın yaldızlı cep saatleri, zarif sarkaçlı duvar saatleri, devasa dede saatleri ve iskelet kadranlı, karmaşık mekanizmalı modern başyapıtlar… Çalışma tezgahının üzerinde, büyüteçler, cımbızlar, minik tornavidalar ve pırıltılı dişliler, sanki büyülü bir atölyenin sırlarını saklıyormuş gibi duruyordu. Küçük, spot lambalar, sadece ustanın çalıştığı alanı aydınlatıyor, geri kalan her yer, zamanın kendisi gibi, yarı karanlıkta gizemini koruyordu. Her bir köşede asılı duran saatler, sanki her biri kendi zaman dilimini yansıtıyor, fısıltılarla geçmişi ve geleceği anlatıyordu.
Bu sessizliğin ve tik-takların ortasında, yaşlı bir adam, dükkânın kalbinde, küçük bir çalışma masasının başında oturuyordu. Saçları kar gibi beyaz, alnında zamanın derin çizgileri, gözlüklerinin ardından usta bir dikkatle bakan masmavi gözleri vardı. Elleri, yaşlılığın getirdiği titremelere rağmen, inanılmaz derecede becerikli ve sabırlıydı. Her hareketi, yılların birikimiyle yoğrulmuş bir bilgelik taşıyordu. Üzerinde, ceplerinden minik parçaların fırladığı, eskimiş, lacivert bir önlük vardı. Zamanın her türlü aşınmasına tanıklık etmiş bu önlük, adeta Vecdi Usta’nın hayat hikayesini anlatıyordu.
Bir sabah, dükkânın kapısı, hafif bir çınlamayla açıldı. İçeri, elinde eski bir cep saatiyle yirmi yaşlarında genç bir adam girdi. Genç adamın yüzünde, kaybolmuş bir anıyı arayanların hüzünlü ifadesi vardı. Saati özenle, Vecdi Usta’nın cilalı çalışma masasına bıraktı.
“Dedemden kaldı,” dedi, sesi hafifçe titreyerek. “Çocukken hep bu sesi dinlerdim. Sobanın başında, dedemden hikâyeler dinlerken, bu saatin tik-takları adeta zamanı durdururdu. Ama yıllardır çalışmıyor. Onarabilir misiniz? ”
Vecdi Usta, derin bir nefes aldı, gözlüğünü düzeltti. Saate uzun uzun baktı. Saatin üzerinde sadece pas değil, yılların duygusal yükü de birikmişti. Bu genç adamın sesindeki özlem, ona daha önce tamir ettiği sayısız saatten çok daha fazlasını anlattı.
“Tabii ki,” dedi yumuşak bir sesle, gözlerinde derin bir anlayış parlayarak. “Ama bunun için biraz zaman gerekir.”
Genç adam şaşırdı:
“Ne kadar?” dedi sabırsızca. Modern dünyanın aceleciliği, onun da ruhuna işlemişti.
Vecdi Usta, cevabını düşünürken saate dokundu; kırık kapağından içeri, geçmişin tozlu soluğu sızıyordu. “Bunu bilmek için önce içini açmam lazım,” dedi. Aslında sadece saatin içini değil, genç adamın kalbindeki kırıkları da hissetmişti.
Vecdi Usta için saat tamirciliği, sadece mekanik bir iş değildi; zamanın ruhuna dokunabilme sanatıydı ayrıca. Her bozuk saat, çözülmesi gereken bir bilmece, onarılması gereken bir yaşam döngüsüydü. Bu süreç, sabrın en ince aşamalarını gerektiriyordu:
Dinleme ve Anlama: İlk olarak, saatin tik-taklarının kesildiği yeri dinler, mekanizmadaki en ufak bir sıkıntıyı duymaya çalışırdı. Kapağını açmadan önce, parmaklarını saatin yüzeyinde gezdirir, sanki onunla sessiz bir diyalog kurardı. Saatin neye ihtiyacı olduğunu, nerede takılıp kaldığını anlamaya çalışırdı. Bu, sadece mekanik bir arıza tespiti değildi, aynı zamanda saatin “duygusal” durumunu, bir nevi objektiflikten uzaklaşmadan, sezgisel olarak kavramaya çalışmaktı.
Sökme ve Keşif: Sonra, o narin cımbızları ve minik tornavidalarıyla, saatin iç dünyasına usulca girerdi. Her bir dişli, her bir yay, her bir vida, özenle yerinden çıkarılır, küçük bölmelere ayrılırdı. Bu aşama, bir arkeoloğun kadim bir medeniyetin kalıntılarını titizlikle çıkarmasına benzerdi; her bir parçanın önemi ve yeri vardı. En ufak bir zorlama, tüm mekanizmayı altüst edebilirdi. Bu süreç, bir çocuğun gelişim evrelerini anlamak gibiydi; her bir parçanın kendi içinde bir değeri ve sonraki aşamaya etkisi vardı.
Temizlik ve Arındırma: Ayrılan her bir parça, özel solüsyonlarla, minicik fırçalarla nazikçe temizlenirdi. Zamanın ve tozun yapıştırdığı tüm kirler arındırılır, paslar giderilirdi. Bu, saatin ruhunu tazeleme, onu geçmişin yüklerinden arındırma süreciydi. Vecdi Usta, sadece tozu değil, saatin içine sinmiş gibi duran “yorgunluğu” da temizlerdi. Tıpkı bireyin ruhunda biriken çocukluk travmalarının temizlenmesi gibi.
Onarım ve Yenileme: En kritik aşamaydı burası. Hasar görmüş bir dişliyi, eskimiş bir yayı ya da kırık bir mili onarmak… Bazen büyüteçlerle saatlerce uğraşır, yeni bir parça yapar ya da mevcut parçayı yeniden şekillendirirdi. Bu, sadece teknik bilgi değil, aynı zamanda yaratıcılık ve derin bir sabır gerektiriyordu. “Her şeyin bir zamanı var, sabır her kapıyı açan anahtardır,” derdi kendi kendine, ince bir milin ucunu düzeltirken. Bu onarım, rezilyans (yılmazlık) kavramını hatırlatıyordu; kırılanın yeniden ayağa kalkabilmesi, hatta eskisinden daha güçlü olabilmesi.
Birleştirme ve Hayat Verme: Temizlenmiş ve onarılmış tüm parçalar, belirli bir düzene göre, büyük bir dikkatle yeniden birleştirilirdi. Her bir parçanın doğru yere oturduğundan, birbirini tamamladığından emin olurdu. Bu, saati yeniden hayata döndürme, ona yeni bir nefes üfleme ânıydı. Tik-tak sesinin yeniden duyulması, Vecdi Usta’nın yüzünde minik bir tebessüm oluştururdu. Bu süreç, parçalanmış anıların yeniden bir araya gelmesi ve bir bütün oluşturması gibiydi; bilişsel yeniden yapılandırma olarak adlandırılan terapi tekniklerini anımsatıyordu.
Test Etme ve Ayarlama: Tamir edilen saat, günlerce hatta haftalarca test edilirdi. Doğru zamanı gösteriyor mu, geri kalıyor mu, ilerliyor mu? Vecdi Usta, en ufak bir sapmayı bile fark eder, saatini mükemmel bir uyumla çalışana dek ayar yapmaya devam ederdi. Bu, sabrın doruk noktasıydı; kusursuzluğa ulaşma çabası. “En değerli zaman, doğru ayarlanmış zamandır,” felsefesini benimserdi.
Günler birbirini kovaladı. Genç adam her uğrayışında aynı cevabı aldı: “Henüz bitmedi, ama sabret.” Beklemek ağırdı. Çünkü artık saat, sadece dedesinden kalan bir eşya değil, çocukluğunun yankısıydı. İçinde kaybolmuş sesleri bulmak ister gibiydi. Bu bekleyiş, aslında genç adamın kendi içsel yolculuğunun bir parçasıydı; sabırla kendi geçmişiyle yüzleşiyordu. Sonunda bir sabah, dükkânın kapısında yaşlı adam onu bekliyordu. Elinde parlayan cep saati vardı. Saatin cilası yenilenmiş, kadranı parlıyor, sanki hiç eskimemiş gibiydi.
“İşte,” dedi Vecdi Usta gülümseyerek, “artık çalışıyor.”
Genç adam saati aldı. Titreyen elleriyle kulağına yaklaştırdı. Tıkır tıkır atan sesi duyduğunda, boğazında bir düğüm oluştu. O ses, dedesinin soba başında anlattığı hikâyelerle, çocukluğunun sıcaklığıyla aynı ritimdeydi. Yıllar sonra ilk defa zamanı yeniden duyuyordu. Bu ses, anıların geri çağrılması ve duygusal anıların yeniden deneyimlenmesi açısından güçlü bir tetikleyiciydi.
Vecdi Usta gülümseyerek son sözünü söyledi: “Saat kolay onarılır evlat… Asıl zor olan, içinde zamanı kırılan insanları onarmaktır.”
Genç adam bir an sustu. İçinde eski bir yara hafifçe sızladı. Anladı ki, bazı şeyler para ile değil, sabırla; bazı kırılmalar tamirle değil, sevgiyle düzelirdi. Bu, psikolojik iyileşmenin temelini oluşturan bir farkındalıktı. Vecdi Usta’nın sözleri, bilişsel çarpıtmaları aşarak, hayatın gerçek değerlerini anlamasına yardımcı olmuştu.
Dükkândan çıkarken gözü cama takıldı. Solgun yazının altında, Vecdi Usta’nın kendi el yazısıyla eklediği bir cümleye gözü takıldı:
“Zamanı değil, ânı onarırız.”
Biliyordu ki, aslında orada sadece saat değil, aynı zamanda hayat, anılar ve insan ruhu tamir ediliyordu. Vecdi Usta, genç adama sadece bir saati tamir etmeyi değil, zamanın kendisinin nasıl yaşanması gerektiğini ve psikolojik dayanıklılığın ne anlama geldiğini de öğretmişti.
Ömer Dilbaz