0

SORULAR DOĞURDU BAHAR KİRUNA’DA

Gezgin, Kiruna’ya yıllar önce gelmişti. İlk başta yalnızlık arıyordu; insanlardan kaçmak için değil, kendi içindeki sessizliği ve cevapsız soruları duyabileceği bir yer bulmak için.  Cevapların her şeyi çözeceğini sanıyordu. Ama kışın uzun geceleri, beyazın sonsuzluğunda geçip giderken fark etti ki aslında donup kalmıştı. Konuştuğu her cümle, içindeki cevapsız sorulara tutunma çabasıydı. Yıllar geçti. Kar, çatılar, sokaklar… hepsi, kuzeyin sessizliğinde süzülen bir kar kuzgunu gibi, Gezgin’in yalnızlığı ve cevapsız sorularıyla birbirine karışıyordu. Ama bahar geldiğinde, Gezgin öğrenecekti: Cevaplar değil, sorular yaşamın kendisiydi.

Kiruna’da sabahları insanlar madenin karanlığına iner, akşamları göğe bakıp kuzey ışıklarını bekler. Fırtına uğuldadığında sobanın çıtırtısında ısınır, kızak köpekleriyle karın içinde yol alırlar ve baharın kokusunu özlerler. O yıl, bahar nihayet Kiruna’ya, karın hâlâ tepelerin arasında durduğu bir anda geldi. Güneş, altın sarısı ışıklarıyla sessiz bir uyanışın habercisiydi. Gezgin, soğukla mühürlenmiş bu topraklarda ilk kez sorularıyla yüzleşiyordu. Ve sorular, cevaplarını bekleyen küçük rüzgârlar gibi etrafında dans ederken, aklı İstanbul’a, orada bıraktığı kardeşi Fuat’a gidiyordu.

Çayını yavaşça aldı, sobanın yanına bıraktı ve ateşin hafif sıcaklığını hissetmek için geriye yaslandı. O an düşündü: Bir ağacın dalında tomurcuklanan çiçeği hissedebilmek ve bu hissi aklının anlam gücüyle pekiştirebilmek ne demektir? Onu hissettiğimiz kadar onun da bizi hissettiğini düşünmek, bilmek ve anlam vermek nedir? Yolda yürürken basmamaya özen gösterdiğimiz karıncanın aklı nedir? Karınca hangi soruyu sorar, kime sorar ve neden sorar? Soru sormak anlamanın ve farkında olmanın dilidir.

Gezgin yerinden kalktı, kapıyı açtı. Kiruna’nın karla kaplı sokakları hâlâ sessizdi. Vestiyerde asılı kalın paltoyu almadı; bunun yerine içeri gidip yıllardır kullanmadığı, hafif ama yeterince sıcak tutan paltoyu giydi. Kollarını geçirdi, düğmelerini kapattı. Artık hazırdı. Sokaklar, rüzgâr ve uyanmakta olan yaşam onu bekliyordu. O an dedi: İnsan, en çok da hareket hâlindeki yaşama anlam verme eğilimindedir. Çünkü bahar, dağlarda beyazın sessizliğini ve durgunluğunu sese, harekete bırakır. Kiruna kışını, madende geçirilen uzun saatleri yaşamış bir insan, baharın sorularıyla kesilen merakı anlamadan ne kadar kendisi olabilir? Madenin karanlığı, dışarıdaki beyazın karşıtıdır. Demir cevheri, insanların ekmeği, kasabanın kalbidir. Gezgin, yürüdü…yürüdü… Adımlarının ritmiyle karın üstündeki ince çatlakları fark etti, düşen bir dalın üzerindeki tomurcuğu inceledi, yolun kenarındaki küçük böceğin hareketini izledi. Sessizliği dinledi, rüzgârın sesini duydu, gözleri etrafın ayrıntılarına takıldı. O an hafifçe eğildi ve sordu: Hiç felsefe yapmadan, bilime bulaşmadan, edebiyata kaçmadan, kendi sorularımıza kendi cevaplarımızı veremiyorsak, bizi biz kılan neydi? Hangi filozof, baharla yer altından toprağı eşeleyen karıncanın ne hissettiğini sorgulamıştı? Hangi bilim insanı, yeşeren bir ağacın gövdesine kulağını dayayıp kalp atışlarını dinlemişti? Hangi edebiyatçı, tırtılın içinden bahar güneşinin ısıttığı esintiye kanat çırpan kelebeğin yüreğini tanımlamaya çalışmıştı? Bilginin sel gibi insanlığın üzerine aktığı çağda, yürek bilgisiyle insan olabilmek ne demekti? Bunu bilmeden yaşamak bir cehennem değil miydi? Bilmeden yaşamak serkeşlik değilse azaptı. Elini paltosunun cebine soktu, taşlara basarken dengede durup duramadığını tarttı ve yürümeye devam etti. O an kendini sorguladı: Gezgin, soru soran insandır. Soru sormuyorsa, soru sorulması gereken insandır. Peki Fuat? Fuat bana ne sorardı, hangi cevapsız sorularını bugün taşırken içim titrerdi? Bahar, Fuat’ın sorularını hissetmek değilse nedir?

Gezgin, paltosunun cebinden cep telefonunu çıkardı ve uzaktaki dağları fotoğrafladı. Karla örtülü patikalarda köpeklerin nefesi buhar olup yükseliyor, insan ve hayvan yan yana, sessiz bir anlaşmayla yol alıyordu. O an homurdandı: Bir gezgin, hiç kimsenin sormadığı soruları sorabildiği için gezgindir. Herkesin sorularına, hiç kimsenin vermediği cevapları verebiliyorsa, gezginliğinin anlamı tamdır.  O sırada, paltosunun düğmelerinden biri aniden düştü, karın üzerinde hafifçe yuvarlandı. Eğilip düğmeyi aldı, cebine koydu ve yürümeye devam etti. O an kafasını salladı ve dedi: Gözümüzün değdiği, kulağımızın duyduğu, dilimizin söylediği her şeyin farkında olmak bizi farklı kılar. Farklı olmak için özel çaba gerekmez. Hissettiklerimiz, bildiklerimiz yeterlidir. Dünyanın en kuzeyinde dört duvar arasında elli yıl yaşasak da anlam gücünü yitirmeyen insan hâlâ esintidir. Rüzgârın hafif esintisiyle birlikte kendi sesini duydu: “Ben bir esintiyim.” diye bağırdı.

Gördüğümüz, duyduğumuz, konuştuğumuz şeylerin ne kadarının gerçekten bize ait olduğunu sorgularız; sorgulamıyorsak, yaşam bunu acı bir biçimde gösterir. Bilmek acı çekmekse, hatırlamak yaşamın en büyük zevkidir. İçine demir gibi bir ağırlık düştü ve neden Kiruna’ya geldiğini hatırladı. Peki, hatırladığında zevke varabildi mi? Neden zevk alıyoruz, neden kaçıyoruz? Acı ve ızdıraptan mı? Ölüm ve yok olma gerçeğinden mi? Yoksa suçtan ve suçsuzluktan mı? Fuat’ı bilmek acı çekmek midir, yoksa onu hatırlamak, yaşamın en büyük zevkine ulaşmak mı?

Sonra dedi kendine. Yaşıyoruz ve görüyoruz. Anlam gücü olan büyüyor; anlam gücünü yitiren bitiyor. Soru soran cevap oluyor; en acı cevap içinde soru olmayan bitmişliktir. Soru sahibi olmak, yaşam sahibi olmaktır. “Fuat’ı öldüren kimdi?”

O an durdu: Ben vurdum onu. Fuat’ı. Kardeşimi. Peki, kızgın demir gelip tenini bulduğunda ne düşündü? Fuat’ın gözleri bana baktı mı? Acıyı hissetti mi? Neden sustu, neden bağırmadı? Affedebilir miydi beni? Ve ben… kendimi affedebilir miyim?

Anlatılması zor hikâyeler vardır, yaşanması zor zamanlar, yürümesi zor mekânlar. Anlatılması en zor hikâye; en çok anlatılmak istenen hikâyedir. Yaşanması en zor zamanlar, bir an`a sıkışmış bitimsiz zamanlardır. Yürümesi zor mekânlar; hep sizinle yürüyen, siz yürüdükçe sizinle beraber hareket eden, o mu sizin içinizde, siz mi onun içindesiniz, bir türlü ayırt edemediğiniz mekânlardır.

Anlattım. Yaşadım. Yürüdüm…Yürürken, sordum bu bahar.  Gece karanlıkta üçüncü kattaki evin penceresinden girmeye çalışan kardeşini hırsız sanmak bir yanılgı mıdır? Öldü Fuat. Öldüm ben. Öldük ikimiz de.

Bahar, Kiruna’ya soru olarak geldi. Kış, bilme gücümüzü kefen gibi sarmıştı. Bahar, yaşamın yemyeşil dünyasında öğrendiklerimizin özüyle buluşmamızı sağladı. Gezgin, en çok da baharla kendisi oldu. Kışın dondurduğu bütün yaşam dinamikleri, baharla hareket kazandı içinde. Gezgin, unutulan soruları soran, bilinen cevapların ötesini arayan, bir bahar günü etrafa soru dolu gözlerle bakan; gülen ve ağlayan bir cevaptı.

Kiruna’da karla kaplı patikalarda ren geyikleri sakin adımlarla gezinirken, ben bu bahar eriyen karların altından çıkacak o çiçeği bekliyorum. Kar eriyecek, toprak bir çiçek doğuracak. Ben Kiruna’da toprakta biten o çiçeği koklayacağım ve hikâye bitecek. Ondan sonra yeni bir hikâye başlayacak. Yeni bir hikâyeye başlamak için eski hikâyenin anlatılması farz. İstanbul’da bir bahar vakti betona düşen kan, Kiruna’da bir çiçeğin kokusunda noktalanacak. Fuat çiçeği koyacağım adını. Sonra, yürünmesi en zor zamanlarda, yaşanması en zor mekânlarda, anlatılması en zor hikâye anlatılmış olacak.

Kiruna’ya bahar sorularla gelecek.

Muraz Arslan

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler