SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
İçimi bir hüzün dalgası yalayıp geçti. Bir yakarışın, bir ağıtın çığlığıydı bu… Duygularım felç olmuş, iradem dumura uğramıştı. Zamanın, mekânın ötesine geçmiş, büyükannemin gözyaşlarıyla mühürlediği satırlar arasında kaybolmuştum…
“Gecelerden bir gece değil bu gece! Yıl 1970… Mart’ın 28’i… Günlerden Cumartesi gecesi! Hani kar, kış, kıyamet derler ya işte öyle bir gece!”
Şirin Anadolu ilçesi Gediz’e; sevgili eşim Ahsen’in Devlet Hastanesi’ne tayini nedeniyle eş durumundan gelmiştim. Her Anadolu şehrinde olduğu gibi sıcaktı insan ilişkileri. Yabancı olduğumuzu hissettirmeyen ev sahibimiz ve arkadaşlarımızın sayesinde alışmıştık buradaki yaşantımıza. Günlerimiz benim okulum, eşimin hastane mesaisi arasında sorunsuzca akıp gidiyordu. Her hafta sonu eşimin doktor arkadaşlarının evinde toplanıyorduk. Beyler siyasetten bahseder, radyodan maç yayınlarını dinlerlerdi. Tavla, satranç oynarken çocuk gibi şendiler. Bizler hanım hanıma sohbeti koyulaştırır, birbirimizden örgü, dantel örnekleri alır, model kitaplarından kalıp çıkartırdık.
Öğretmenliğimin üçüncü, evliliğimin ikinci yılıydı. Aramıza katılacak yeni bir sevgilinin varlığını hissetmemle küçücük dünyamız daha da zenginleşti gözümüzde. Birbirimize iyice kenetlendik. İçimde yeşeren tomurcuğun bir an evvel olgunlaşıp çiçeğe duracağı, ele avuca alınıp şefkatle bağrımıza basacağımız günlerin hayaline daldık. Düşlerimizde onunla kışın kardan adam yaptık, baharda uçurtma uçurduk, kırlarda kelebek avladık, nehirde balık…
Bu coğrafyanın amansız karına, kışına alışkındım ama Ege’nin incisi İzmir’in meltemlerine alışkın olan Ahsen ve sevgili miniğimiz için birinci katta oturuyor olmamız sorun olacak gibiydi. Zira güvenilmez güz güneşi sabah, akşam yerini kamçılı rüzgârlara bırakıyor, sabaha kadar da kar yağmış gibi her taraf çiy oluyordu. Ev sahibimiz, oğlunun inşaatı yeni biten apartmanında kiralık daire olduğunu söyleyince üçüncü katını kiralayıp hemen taşındık. Okula, çarşı-pazara çok yakındı. Çocuk odası da vardı üstelik. İki cephede geniş balkon vardı. Odaları ferah ve aydınlıktı. Güneş gün boyunca camlarla oynaşıp duruyordu.
Miniğimizin daha adını ne koyacağımıza karar vermeden bebek odası siparişi vermiştik bile. Hem de mavilerin en güzelinden, uçuk maviden. Ona uygun cibinliği, perdesi, halısı, yatak örtüsü, kırlenti… Gardırobu yıkanıp ütülenmiş mavi-beyaz giysilerle doluydu… Kundağı, zıbını, kenarları iğne oyalı bezi, sarı yüz örtüsü, tığla işlenmiş battaniyesi, patiği, yeleği… Tek eksiğimiz soğuk kış aylarının sonuna doğru ipeksi bedenini öpüp koklayacağımız Altan’ımızdı…
“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.” derler ya atalarımız, gerçekten de bu ay çok çetin geçiyordu. Yağan kar katmanları yer yer cilalanmış gibi buz tutuyor okula eşimin koluna girerek zorla gidiyordum. Çocuklar bahçe ve yollarda soğuğa aldırmadan çılgınca kartopu oynuyor, dik yokuşlarda ise ince şeritler halinde teneke çakılmış kızaklarıyla kayıyorlardı. Hatta plastik çamaşır leğeninin içine oturarak kayan çocuklara bile rastlıyordum.
Bebeğimin doğumuna az kalmıştı, kontrol için eşimin hastanesine gidiyordum. Çocuklardan, saçaklardan sarkan buz kitlelerinden sakınayım derken buz katmanını görmemem büyük bir talihsizlikti. Dengemi kaybetmemle birlikte insiyaki olarak karnımı tuttuğumu hatırlıyorum. Gerisi ise zifiri bir karanlık ve soğuk… Gözümü açtığımda hastane odasının bembeyaz duvarlarını ve elimi tutan Ahsen’in şefkatle yüzüme bakan nemli gözlerini gördüm. Bebeğimize sevgili Altan’ımıza bir şey olmamıştı çok şükür. Şayet dizlerime kadar gömüldüğüm kar yığınları olmasaydı, kat kat giyinmemiş olsaydım maazallah…
Doğum iznine ayrılmıştım, gün sayıyordum artık. Altan’ım da sabırsızlanıyordu dünyaya merhaba demek için. Sıcacık evimizde; kâh yattığım yerden miniğime masallar anlatıyor kâh pikaba koyduğum plaktan klasik müzik dinletiyordum. Dışarıya dolaşmak için bile çıkamıyordum çünkü devamlı yağan kar ve yer yer buz tutmuş yerlerde yürümek hele ki karnım burnumdayken çok zordu. Ahsen’im evin her türlü ihtiyacını fazlasıyla alıyor, ev işlerinde yardımcı oluyordu. Son zamanlarda gece nöbetlerini hastaneye yeni gelen pratisyen Doktor Cenk’e devrediyordu. “Bekâr çocuk, hastanede yatıp kalkıyor zaten, kırk yılda bir işimiz düştü. İlerde telafi ederim nasıl olsa…” derdi her nöbet gününde…
Bu Cumartesi akşamı Dr. Cemre Hanımlarda toplanacaktık. Sabah kar içinde el ele yürüyüşe gittik, dönüşte bakkaldan alışveriş yaptık. Yorulmuştum biraz belim ağrıyordu. Akşama kadar istirahat ettik miniğimle birlikte. Kar hızını artırmış tipiye dönmüştü. Belki de iptal edilirdi toplantımız ama henüz haber gelmemişti. Hiç gidesimiz yoktu. Gitmemeye karar verdik. Akşam yemeği, çay, kuruyemiş, meyve derken saat onu bulmuştu. Kanepenin üzerinde uyuyakalmışım. Her tarafım tutulmuş, ağrım bu sefer kasıklarıma doğru inmişti. Birden telaşlandık, daha günüme vardı ama… Sıcak su torbasını hazırlayan Ahsen öperek yatırdı odamıza bizi…
Uyumuşum… Kâbus görüyor olmalıydım… Dalgalanan sinema perdesindeki görüntüye benzer manzaraya eşlik eden uğultulu bir ses musallat oldu kulağıma. Kalkmak istedim, başımı sert bir şeye çarptım, sendeleyip düştüm. Seslenmek istedim sesim gürültü içinde boğuldu, gitti. Çok korkmuştum. Zifiri karanlığa gözümü açtığımda ağzımda bir acılık ve üzerime umarsızca abanan bir ağırlık vardı. Neredeydim, niye ışıklar sönüktü? Niye çok soğuktu burası? Deprem mi oldu yoksa! Ya miniğim? Ya Ahsen? Boğazımı yırtarcasına sevgili eşime seslendim:
“Ahseen! Ahseeen! Korkuyorum neredesin? Ahseeeen!”
Bir müddet sonra güçlükle duyabildim acı dolu sesini:
“Aşkım korkma! Vaziyetin nasıl? Hareket edebiliyorsan üzerine düşenleri at başka yere… Kendine yaşam alanı yarat. Derin derin nefes al… Yattığın yerden dışarısı gözüküyor mu? Ağrın, sızın var mı? Oğlumuzun durumu nedir?”
“Bacaklarımı hareket ettiremiyorum! Başımı sert bir şeye çarptım, çok kanıyor… Susadım aşkım! Oğlumuz tekmeleyip duruyor. Elim, kolum iyi… Etraftaki molozları atınca ufacık bir ışık sızdı buraya. Kırmızı kar yağıyor aşkım! Görüyor musun? Çok üşüyoruz…”
“Kırmızı kar mı?
“Evet! Senin vaziyetin nasıl, hareket edebiliyor musun?”
“Sağ kolumla, sağ bacağım çok ağrıyor sanırım çatlak var. Diğer uzuvlarımda sorun yok gibi. Yanınıza gelmek için tek elimle molozları kaldırıyorum şimdi… Devamlı konuş, sakın bırakmayın kendinizi… Bacaklarını yavaş yavaş çekmeye çalış karnına doğru. Sizi seviyorum aşkım!”
“Biz de çok seviyoruz seni! Çok uykum var! Uyumak istiyorum sadece… Çok üşüyorum…”
“Yapman gereken son şey uyumak! Sakın uyuma! Konuş benimle devamlı. Aklına güzel şeyler getir. Altan’ımızı, aileni, öğrencilerini, mutlu güzel günlerimizi…”
…
“Sevgilim konuş lütfen! Nerede olduğunuzu sesinden tayin etmeye çalışacağım. Aydaan!”
“Çook uykum var, üşüyorum Ahsen!”
“Arkadaşlar yardıma gelirler yakında. Senden ricam sakın uyuma ve zihnini diri tut hep…”
Çok korkuyordum… Üşüyordum, tüm bedenim titriyordu bacaklarım hariç. Bir müddet sonra kasıklarımda ağrılı kasılmalar başladı. Altan’ım uykuya varmıştı, hiç hareket etmiyordu artık…
“Ahseen! Ahseen! Beklediğimiz an geldi, doğum başladı sanırım! Ahseeen!”
“…”
“Ahseeen! Ahseeeen!”
Son darbeyi de artçılar vurdu… Hayatıma anlam katan sevgili Ahsen’imin, son nefesime kadar kulağımda çınlayacak “Ahhh!” sesiyle bir mutluluk perdesi böylece kapandı…
“Gecelerden bir gece değil bu gece! Yıl 1970… Mart’ın 28’i… Günlerden Cumartesi gecesi! Hani kar, kış, kıyamet derler ya işte öyle bir gece! 28 Mart 1970 – Gediz, Kalbime gömdüm ikinizi de… Sizi hiç unutmayacağım… Bir de yağan kırmızı karı!”
Şimdi anlamıştım sevgili büyükannemin kirpikleri arasından taşıverecek gibi duran ıslaklığın nedenini… Babama ve erkek torunlarına karşı dile gelmeyen düşkünlüğünü… İçten içe bir titreme duyumsadım. Yüreğime paslı bir hançer saplanmıştı sanki… Bir an için nefessiz kaldım. Hava almak ve darmadağın olan zihnimi toplamak için balkona çıktım. Geceyle gündüzün kesiştiği zaman dilimindeydim. Şafak sökümü başlamıştı. Kuşlar bir hışımla yanımdan geçip kızılın her tonuyla tüllenen gökyüzüne doğru yol aldılar…
Fatma Türkdoğan