KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Öğlenin kavurucu sıcağı yerini hafif hafif esen nazlı rüzgâra bırakınca biz de kendimizi dışarı attık. Bir kafenin balkonunda oturup içeceklerimizi yudumlayarak hoşbeş ediyorduk. Kimimiz çayından, kahvesinden vazgeçmeyerek sıcak havaya meydan okuyordu, kimimiz ise belli ki sıcağa yenilmiş ancak kahvesinden de vazgeçememişti. Soğuk kahvelerini keyifle yudumluyorlardı. Ben ise ne içeceğime bir türlü karar veremediğimden kendimi bir sütlü tatlıyla avutuyordum. Tramvay caddeden zilini öttüre öttüre geçiyordu, sesi bizim şen kahkahalarımızla yarışabilecek kadar güçlü değildi. Ancak onun gürültüsüyle adeta yarışan ve bizim kahkahalarımıza tartışmasız bir şekilde galip gelen bir ses tüm bakışlarımızı kendine çekti.
Aşağıda, yetişkin sayılamayacak kadar küçük ama artık yavru da olmayan genç bir kediyle yaralı bir kuşun yaşam savaşı vuku bulmaktaydı. Kuşu o kedi mi yaralamıştı yoksa zaten yaralı mıydı bilmiyorum ama kedi, patilerini o kadar korkakça ve acemice savuruyordu ki bence bu onun yapabileceği bir iş değildi. Tüm gücüyle direniyordu kuş kediye. Kedi ise onu avlamak istiyordu, bu anlaşılıyordu ancak kuşun sert çığlıklarından ve sağlam kalan tek kanadıyla yaptığı hamlelerden de ürküyordu. Bazen tırsıp geriye sıçrıyor, bazen de patileriyle onu etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Hamlelerindeki kararsızlığı balkondan açıkça görebiliyorduk. Onun bu ürkekliği yaralı kuşa cesaret veriyordu şüphesiz.
Yine de o kuşun özgüven dolu çığlıkları bizim göğe yükselen kahkahalarımızı bastıracak kadar güçlü değildi. Bizim dikkatimizi onların karşılaşmasındaki silahların gürültüsü değil, çevredeki esnafın amansız tartışmasının silahları dağıtmıştı. Ne de olsa biz kedi kuş değildik ve insanların çığlıkları bize daha anlamlı geliyordu.
Esnaftan biri kendine has aksanıyla “National Geographicte yaşamıyoruz, burası şehir.” diyerek silahını ortaya attı. Ona göre bu yaralı kuşu kedinin keskin tırnaklarından bir an önce kurtarıp veterinere götürmeliydiler. Onun hayatını kurtarmalıydılar, bir can kurtarmalıydılar. “Kuşu alıp veterinere götürüp n’apçan? Yaralı bi kuşu bile avlayamayan kediye kedi mi denir?” diyerek silahını manalı manalı ortaya koydu bir diğeri. Ona göre genç bir kedi avlanmayı öğreniyordu ve bu kuşu önünden çekip almak demek kedinin hayatıyla oynamak demekti. “O kuş, o da kedi. Doğanın kanunu bu. ” diyerek bir kişi ona destek çıktı. “Sanki çok doğal yaşıyormuşsunuz gibi konuşmayın!” dedi bir başkası caddeden geçen tramvayı göstererek. “Sakat doğan çocuğunuzu siz de yuvadan atın o zaman, niye doktor doktor geziyorsunuz?” diye sözlerini sürdürdü. “Kuşu kurtaracaksınız, tamam, anladık. Kedi için ne yapacaksınız? Mama verip kendinize muhtaç mı edeceksiniz? Bırakın özgürce yaşasın sokaklarda.” Ona göre sokak hayvanı olmak öyle çok da kötü bir şey değildi. Bir barınakta yaşamaktan ya da bir evde bir aile tarafından alıkonulup önüne konulan mama ile beslenmekten çok daha özgürceydi.
Hayvanların yaşam savaşını, esnafın üstünlük kavgasını öylece seyrederken masadan biri “Bu zamanda kediler bile GDOlu. Bizim köyün kedisi olsa anında bitirmişti o kuşun işini.” diyerek sessizliğimizi bozdu. “Gerçekten de öyle mi düşünüyorsun? İnanmıyorum sana, çok canice!” diyen şaşkın ve kınayan ses bizim masanın da artık ikiye bölündüğünün göstergesiydi. Sonra herkes savlarını ortaya atmaya başladı. Herkes kendi düşüncesinin, en doğrusu olduğuna inanıyor ve sözlerini arka arkaya sıralayarak basit bir kafenin sıradan masasının etrafında cereyan eden üstünlük mücadelesinin galibi olmaya azmediyordu. Kendi dertlerine öylesine dalmışlardı ki benim fikrimi bile sormadılar. Zaten benim fikrimi kimse umursamıyordu da. Bir ara sesimi çıkartacak gibi oldum fakat cılız çıkan sesimi kendim bile duyamadım. Sahi benim cılız sesim ne söyleyecekti? Zihnimin derinliklerinde ne vardı da dilimin ucunda sese dönüşecek, insanlar da onu sözcükler ve tümceler biçiminde duyacak, böylece zihnimin derinliklerindekini anlayacaklardı? Onlara sözlerimle göstermek istediğim ne vardı ki?
Burnumu süre giden tartışmaya sokma çabalarım sonuçsuz kalınca sıkılan canım, bakışlarımı o kedi ve kuşun olduğu yere itti. Kedinin artık yenilgiyi kabul edip uzaklaştığını gördüm; kuş ise yorgun düşmüştü, sesi çıkmıyor ve kıpırdamıyordu. Esnaftan birileri artık bu sefer el atar diye düşündüm. Fakat onların sözlerde üstün gelme savaşı henüz son bulmamıştı. Kimse pes etmiyordu, henüz kimsenin bir utku elde edebildiği yoktu. Onların daha çok işi vardı.
“Nereyee?” diye sordu bir ses arkamdan, ben masadan aniden kalkınca. “Gelicem, siz devam edin.” dedim kayıtsızca. “Bi şey söylesene, nereye böyle?” diyerek devam ettiler! Söyleyecek bir şeyim yokken ne söyleyebilirdim ki? Devam ettim ben de. Kafedeki dar merdivenlerden inip dışarı çıktım. Esnaf da hala devam ediyordu, aldırış etmedim kimseye. Söyleyecek bir şeyim yoktu, ama ayaklarım nereye gideceklerini iyi biliyordu. Tutmadım ben de onları geri, götürdüler beni o bitkin düşüp yardım bekleyen yaralı kuşun yanına. Eğildim, onu ellerimin arasına aldım, çırpınmadı hiç. Karşı koyacak gücü kalmamıştı ki hiç. Umuttu gözlerine bakınca gördüğüm; bir savaştan utkuyla çıkmıştı, diğerinden de çıkardı.
Nur Sava