KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Gökteki çeyrek ay köşesine erkenden çekildi. Kentin göklerine hüzün dolukoyu gölgeler abandı. Havada bir sessizlik, tekinsiz bir durgunluk hâkim şimdi. Doruklar kadar bulutlu ve sisli gönlüme, hüzünlü bulutlar yoldaşlık yapıyor. Dağ başlarında uluyan fırtınanın yeline ram olan yürek sesim, kanadı kırık bir kuş misali çırpınmakta. Duyularım nadasa bırakılmış tarlalar gibi uyanış mahmurluğunda…
Kavurucu güneş altında bir titriyorum bir içim ürperiyor. Puslu ışıklar gözlerimi kamaştırıyor. Bulanık ve değişken düşüncelerim aynı ses tonu, aynı vurgulamayla kulaklarımda çınlıyor. Saman yolundaki ışıklı yıldızlar niçin umut olup akmıyorsunuz yüreğime?
Nefesimin buğusuyla ısıtmaya çalışıyorum kınalı parmaklarımı. Rüyada görsem bile hayra yormayacağım anılar düşüyor yâdıma. Kenar mahallenin ayyaşları gibi saçmalıyorum iki de bir. Mumların ılık alevi yol gösterse de pusulası bozuk gemiler gibi savruluyorum bir bilinmezliğe. Zembereği atmış, yerinden fırlayıp fırıldak gibi dönmeye başlayan düşünceler gelip yerleşiyor zihnimin kıvrımlarına. Yine düşürüyorum gözlerimi yere. Olmayacak duaya âmin dememeliyim…
Ayyuka yükselen öfkeli bir sesle yüzüme haykırılan kelimeler zihnime kıymık gibi saplanıyor. Acıtıp geri çekiliyor ama soğuk bir yüzün terslemelerine katlanmanın çekilmezliği nefsime ağır geliyor artık. Bilhassa ruhumu bütün hüznüyle kuşatan geceleri… Öyle mahzunum ki. Kırgın, yıkılmış… Unutmak istiyorum hepsini… Hiç söylenmemiş, hiç duymamışçasına…
İçimde hȃlȃ bir tomurcuk yeşermiyorsa, sadece benim suçum mu? Nereden biliyorsun belki de bu senin eksikliğin?
Yaşamımın anlamını kavramaya çalışırken bir türkü tutturuyorum, ırmağın çağıldayan namesine benzer sesimle. Yüreğimden fışkıran filiz çarçabuk göverip serpilmek üzereyken, zihnimi burgu gibi delen hatıraların girdabına kapılıp hatırlayıveriyorum o günü birden…
Karla kılıflanmış kiraz ağaçlarının şubat ayazında tir tir titreştiği bir gün, deli bir rüzgâr esmişti evin içinde. Usul usul açılan söz düğümü küllenmekte olan tartışmanın fitilini ateşleyivermişti aniden. Sözcükler boğazıma yığılıp kalmıştı. Sesi soğuk duvarları yalayıp geçti ama zihnime mıh gibi kazınmıştı. Tebessümlerim yarım kalmıştı yüzümde. Çiğnenmiş yapraklar gibi horlanıp ayarsız kefelerde tartılmıştım…
Havada yine yağmur kokusu var. Yüzüme fiske gibi çarptı birkaç su damlası. Hangi dağa yaslansam şimdi çok uzaklarda… Dertleri aşmak ise kör kuyulardan çıkmaya benziyor. Adaletsiz zaman hep aleyhime işliyor her zamanki gibi. Sakinleştiricilerin dünyasına sığınıyorum ekseriyetle. Uzun uykularım ıslak bir yorgan gibi kavrıyor bedenimi. Ağır ve soğuk… Düşlerimin gizemli mağarasında bir çocuk kadar güvensiz, yalnız ve endişeliyim. Cömertçe harcadığım otuz yılımın muhasebesini yapıyorum şimdi…
Yabancı bir nazeninin ayak sesini, ılık nefesini, iç gıcıklayan kokusunu, cilvesini, işvesini i s t e m i y o r u m evimde… Mahremimi, erkeğimi paylaşmanın yüz kızartan utancıyla yaşayamam. Güneşi doğuran şafak rengi dudaklarım hüzünle kıvrılıyor, kaderime isyan ediyor sessizce…
Oysa gözlerimi hep geleceğe dikmiştim… Yüreğime kör iğneler saplanıyor şimdi, köz düşmüş gibi dağlanıyor acıdan. Benim hâlimi gören martılar bile çığlık, çığlığa bu akşam. O yılgın, yorgun evim niçin ıraklarda şimdi? Sende mi terk ettin beni yoksa? Ta uzaklarda gördüğüm parlak ışık kendine çekiyor beni, bir girdap gibi… Titreyen bacaklarımın kanı çekilmiş sanki adımlayamıyorum, koşarak yürüdüğüm yolları. Dar bir yokuşta nefes nefeseyim…
Kim açtı benim kilitli sandığımı? Niçin etrafa saçıldı eşyalarım, anılarım? Bir tutam gelinlik telim, kırmızı duvağım, gümüş tokalı kemerim, yanar-döner küpelerim, sim işlemeli gelinlik urbam. Yiğidimin yüzgörümlüğü, gerdanlığım. Halep işi nişan bohçam, yüksek ökçeli terliğim. Solgun cemalimi renklendirdiğim allığım, hacı misim, rastığım, sevdamın demlendiği aşk kokulu nağmelerim… Kucağıma hasretle alacağım günü iple çektiğim süt kokulu, ipek tenli bebem için alıp sakladığım zıbın, kundak, emzik, patik, başlık…
Dimağımdaki ağırlığı çözmem, beynimde zonklayıp duran kelimelerin esaretinden kurtulmam gerek ama… Gözlerimin önünde nazlı kelebekler uçuşuyor. Elimi, kolumu oynatacak mecalim yok. Amansız bir derde düştüm, acılarla oynaşıyorum biteviye. Ben hüzünlendikçe karanlık küstahça kahkahalar atıyor. Sessiz sedasız damlalar birer birer gözlerimden kayıp yitiyor. Zavallı bir köpek gibi bekliyorum son tekmenin gelişini…
Sabun kokulu saçlarım rüzgârda kanatlanmış gibi savruluyor şimdi. Kalabalıkta bir uğultu yükseliyor. Kimin konuştuğu anlaşılmıyor ama tanıdık bir sesin adımı söylediğini duyuyorum çok derinlerden.
“Uyan Maral’ım! Beni terk etme lütfen!”
Soğuk esiyor rüzgâr. Ne yakan, ne ısıtan eylül güneşi gibi, haylaz bir oyun oynuyor bana. Sersefil düşler görüyorum, kocaman bir düğüm olmuş hüznüm boğazımı sıkıyor. Ansız ve acısız gitmek istiyorum bu kahpe dünyadan… Yüreği yaralı bir kuş gibi feryadım… Geleceğin ışığını bir türlü yakalayamıyorum, ben yaklaştıkça o uzaklaşıyor. Sorgulayıcı tarafımsa figanlarda…
Yabancı ellerin zarif hareketlerle vücuduma dokunduğunun ayırdına varıyorum. Bulutların üzerinde uçuyormuşum hissine kapılıyorum sonra. Kapıların açılıp kapandığını, yüzleri olmayan birilerinin fısıltıyla başucumda konuştuklarını duyuyorum. Bir sinek ısırıyor etimi, koparırcasına. Saçımı okşayan şefkatli el, sıcacık buse konduruyor yanağıma. Vücudumda bilmediğim bir mayi dolaşıyor. Yavaşça ısıtıyor güneş. Ay saklandığı köşesinden çıkıp göz kırpıyor hınzırca. Yıldızlar raks ediyor muhabbetle. Dışarıdaki fırtınanın sesini bildik bir melodiye benzetiyorum. Çırpınan yüreğim derin bir sükûta erip duruluyor. Hüzünlü bulutlar dağılıyor. Gözümün önünde oynaşan ışıltılar duruluyor. Aşk badesi içmiş gibi dönen başım, limanına demirlenmiş gemiler gibi hareketsiz kalıyor. Fırtınadan önceki sessizliğe benzer bir huzur dolduruyor içimi. Açılan sandığımdan saçılan anılarım, eşyalarım gizli bir el tarafından yerine konulup kilitleniyor. Gamzelerimde tomurcuklar açıyor. Ceylan gözlerim kapanan göz kapaklarımı zorluyor telaşla.
Saçımı okşayan el, bülbüllerin şakıdığı mısraları fısıldıyor kulağıma.
“Her şey güzel olacak bundan sonra Maral’ım! Senin istediğin gibi…”
Rüyaya alevlenen uykularım yavaş yavaş terk ediyor bedenimi. Hareketsiz ellerim bir gayretle sıkıca kavrıyor saçımı okşayan eli. Kulağıma fısıldanan mısralar küskün dudaklarımı aralatıp heybemde biriktirdiğim sevda cümlelerini sıralatıyor arka arkaya…
Derinden yankı gibi gelen güven yüklü, tok bir sese doğru kulak kabartıyorum.
“Onu artık üzmemelisiniz! Çünkü eşiniz, kızınıza hamile…”
Fatma Türkdoğan