KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Dik ve sapa yokuşu çıkarken, şakaklarındaki ter damlalarını parlatıyordu güneş ışıkları. Dizlerinin ağrısı yürüdükçe, tüm yükünü daha ağır, daha çekilmez kılıyordu. İyi biriydi, elinde, avucunda ne varsa dağıtır, cimriliğe kızardı. Az bir vakit kalmıştı, akşam ezanı okundu okunacaktı.
Kızıyordum, öyle yüksek sesle kızıyordum ki, sanki sağır olmuştu da duymuyordu beni.
“Eeee be hattat onca uğraşıp, emek sarf ettiğin, bin bir mücadelenin sonunda nihayet kırmayı başardığın o çetin cevizin içi boş çıktı öyle değil mi? …Ne fena !
Üstelik içini dolduran o sızıya bir tıpa uydurmuştun. … Ne güzel !
Fakat o tıpa sızının az ötesinde duruyor. … Ne yazık !
Ağzının kenarında, anonim bir türküyü ezber etmiş gibi söyleyip duruyordu o cümleyi. Kulak verdim, kızmanın alemi yoktu.
“Bense pansuman edilmemiş bir yara gibi duruyordum annemin yüzünde “diyordu. Demek acı çekiyordu, annesine kadar.
Adımlarını serileştirdi, nefes nefese açtı kapının kilidini.
Dar koridorun ucundaki dolaba gitti. Yıpranmış dolap, gıcırdıyordu. En son ne zaman açmıştı?, onu bile hatırlamıyordu.
Kör yordamıyla, altını üstüne getirip, kalem kutusunu ve kağıt yığınını bulmuştu. Dar boğazlı, is mürekkebi şişesini de bulunca, her şeyi toparlayıp, tozlanmış yazı masasının başına vardı.
Açık tenli kamış bir kalemi maktasına yatırıp, tıraşlamaya başladı. Bir ince “çatttt !!!” sesi tamam olduğunun haberini verince, iyice çalkaladığı mürekkep şişesinin kapağını açıp, kalemi içine batırdı.
İftara vakit vardı. Mahallelerinde ücrada bir yerde top atılıyordu. Nasıl olsa top atılınca, hop edecekti yüreciği.
Tüm kağıt yığınını teker teker saçmaya başladı odanın yüzüne. Aherli kağıtları kontrol ediyordu. Ne çok yazmıştı, hiç boşu yok muydu ki bu kağıtların? Ayağının dibine düşen tüm kağıtlar için hayıflanıyordu kendine. Ya bir tane dahi boş bulamazsa…???
Deste azalmaya başlamıştı, gözleri yaşarıyordu, bulamayacaktı. Sayfanın tam göbeğinde, minicik lekesi olan boş bir kağıt bulmuştu. Bu işini görürdü. Ömrünün en kısa, ömrünün en anlamlı yazısını yazacaktı az sonra. Biliyordu bu acı yazmasaydı çıkamayacaktı içinden…
Sanki elinde bir taze gelincik tutar gibi yatırdı, göbeği lekeli kağıdı, masaya. Kamış kalemi çıkarıp süzülmesini bekledi. Gözlerinde bir kimsesiz acı birikiyordu, yaş iyice birikip bulanık ediyordu gördüğünü.
Bir elif miktarı nefes alıp, dört elif miktarınca bir “AH” yazacaktı…
İçini acıtan yarayı yazacaktı, kendini yazacaktı…
Her şey o anda oldu.
Kamış kalem, kağıtta lekenin üstündeki yerini alınca, top patladı. Yüreği hop etti. Sümbül rengi gözlerinden bir göz yaşı tam ucuna damladı kamış kalemin. İs mürekkebi göz yaşının tuzuyla karışıp, bir siyah mine çiçeği gibi yayıldı aherli kağıdın üzerine.
Yine içinde kaldı yazamadığı “Ah” hattatın.
Oysa o tuzlu göz yaşı nasıl saydam bir anlam karaladı içimdeki o beyaz boşluğa. Sen ağlarken su daldı, kar ekşidi bir yerlerde…
Gidiyorum hattat, sen yine de kendi amel defterine düşen, siyah mine çiçeğinin, bir masum halinin, içinde kalmış bir ahın, annenin yüzündeki o pansuman edilmemiş yaranın hatırına hatırla beni…
Birsel Alver Yazıcı