0

                                       

(Tabanca sesiyle uyandığında gece yarısıydı. Tek el silah sesi duymuş, korku ile anne ve babasının yattığı odaya koşmuştu. Kırmızı gece lambasının loş aydınlığında babası yatağın başında elinde tabanca ile duruyordu. Göz göze gelmişlerdi. Babası sakin bir sesle “Rüyamda annen beni aldatıyordu. Aldatmaya gelemem. Rüyada da olsa karımın aldatması ölüm fermanıdır.” deyip, tabancayı şakağına dayayıp oğluna göz kırptıktan sonra tetiğe dokunmuştu. Babası ve annesi aynı yatakta kanlar içerisindeydi. İkisinin de kafasında kocaman bir delik vardı. Annesinin sarı siyah saçlarından kan sızıyordu. Babasına dönüp bakmadı. Barut ve kan kokusu korkusunu ezmişti. Silah sesine uyanan apartmandaki komşular telefonla polise haber vermişti. Meraklı komşular, işini acele yapmaya çalışan polis ve cesetleri kaldıran sağlık görevlilerinin ardından çocukluğunu da anne ve babasıyla birlikte şehir kabristanında toprağa vermişti.

Kimseye güvenmiyordu Umut. Anne ve baba tarafı tarafından istenmeyen çocuk ilan edilmişti. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı bir yurtta koruma altına alınmıştı. 8 yaşındaydı. Liseyi bitirdikten sonra Koruma altındaki çocuklar kadrosundan Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir devlet lisesinde kadrolu müstahdem olarak işe girmişti. Okulda müdür dâhil kimseyle pek konuşmuyordu. Kimseye sırrını açmıyordu. Tek bir dostu vardı. Onunla geceleri kirada oturduğu evinde konuşuyordu. Düşlerinden, yaşadıklarından ve yaşayacaklarından söz ediyordu. Bir de zeytin karası gözlerine hayran olduğu tarih öğretmeni Nejla’nın bakışlarından söz açıyordu. Dostu dinliyordu. Hiç karşılık vermiyordu. Dostun iyisi dinlemesini bilendir. ”Dost verimsiz toprak gibi olmalı. Verdiğin hiçbir sırrı gün yüzüne çıkarmamalı.” Diyordu kendine.

Giyimine dikkat etmezdi. Günlük sakal tıraşını olur, evine 300 metre uzaktaki okuluna erden giderdi. Sohbetlere katılmaz, öğrencilerle ilgilenmez görevini yapardı. Sınıfları, tuvaletleri temizler, dağınık sıraları düzenler, müdür odası, öğretmenler odasını süpürürdü. Yapılması gereken her şeyi yapardı. İçe kapanık olması nedeniyle kimse onunla pek konuşmazdı.

Çocukluğunu çalan iki kurşundan sonra güveni de çalınmıştı. Korkuyordu. Yalnızdı. Ve işin kötüsü âşık olamıyordu, kimseyi sevemiyordu. Umut ölmüştü. Yaşayan ölüydü. İsmiyle yaşantısı tezattı. İnsanlardan kaçıyordu. Kendisini çaya veriyordu. Her gece bir demlik çayı evinde dostunun karşısına geçer içerdi. Dostunun gözlerinin içine bakarak. Dostu sağır ve dilsizdi. Nejla’nın gözleri gecenin örtüsüydü. Dostuna ‘Sen’ diye hitap ediyordu. İsmini bir kez olsun telaffuz etmemişti.” Senin sonsuz sabrın ve Nejla’nın gözleri olmasa yaşamın kıyısında beklemenin anlamı olmazdı. Babam gördüğü rüya üzerine annemi öldürdü. Kıskanç bir erkek kendisini seven kadını dalından kopardı. Boş ve anlamsız bir kıskançlıkla annemin kanını akıttı. Keşke uyandığında kendi kafasına sıksaydı. Hatırladığım kadarıyla annemle anlaşarak evlenmişlerdi. Annem bir gece beni yatağıma yatırırken, “Babanı çok seviyorum. Severek evlendik. Sen bu aşkın nar rengi meyvesisin Umut” demişti. Nar rengi meyve. Kırmızı yanaklı bir çocuktum.

“Kırmızı rengi hiç sevmiyorum biliyor musun? Nerden bileceksin ki hiç bahsetmedim. Kırmızı ölümdür, kandır, isyandır, yalnızlıktır, şehvettir. Hatırlar mısın? Hatırlarsın aynı yaştayız, aynı kuşağız. Sokak aralarında kırmızı renkli horoz şekeri veya elmalı şeker satılırdı. 1 liraya satın aldığımız horoz şekerin kırmızı rengi, boyası dilimizi dudaklarımızı boyardı. Kendimizi o şevkle vampir gibi hissederdik. İçimde uyanan canavarın sesini duyuyor ama anlayamıyordum.”

Soğumaya yüz tutmuş bardağındaki çayını yudumladı. Dişlerinin arasına takılan çay otunu dilinin ucunda gezdirip dişlerinin arasında ısırdıktan sonra dostunun yüzüne doğru tükürdü. Dostu ses çıkarmadı. Tepki vermedi. Gözü kol saatine takıldı. Gecenin 11’i olmuştu. Dışarıda sessizlik vardı. Kalın perdelerin ardından dostuna göz kırptı. Tıpkı 23 yıl önce bir gece babasının kendisine kurşun sıcaklığında baktığı gibi baktı dostuna.

“Ne güzel hep ben konuşuyorum sen dinliyorsun. Öksürüp, aksırıp, konuşmamı yarıda kesmiyorsun. Mazeret uydurup da yanımdan ayrılmıyorsun. Bilgeler sonsuz sabırla dinlermiş. Sabrına hayranım. Bu dünyada sadece sana güveniyorum, bütün sırrımı sana döküyorum. Korkuyorum bir gün dostluğumuza ihanet edip sırlarımı başkalarına anlatmandan.” Diyerek, yumruğunu dostunun yüzünün ortasına vurdu. Vurmasıyla birlikte yıllardır konuştuğu aynanın sırlı camı yere saçıldı. Bu sırada sert yumruk darbesiyle sağ eli parçalanan Umut, sessizce banyoya gidip önceden tavana astığı kalın halata boynunu geçirip, üstüne çıktığı tabureyi tekmeleyip uzaklaştırmadan önce “Dostun ihanetinden önce ölmek onurdur.” Diyerek kendisini tabureden aşağı bıraktı.

Orhan Yıldırım

Leave a Comment

İlgili İçerikler