KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Asfalt yolun solundaki açıklıktan, kum zemine kırdı direksiyonu. Hızını düşürüp park için dikilmiş ‘’T’’ şeklindeki çubuklara yanaştı. Kalın tekerlerinden havalanan toz, tırın gövdesini sarmıştı. Kontağı ters çevirip susturdu titreyen devi. Yüzünü ekşiterek kollarını arkadan kavuşturup gerindi. Omzunun üstünden serçe parmağına astı ceketini. Kapının altındaki merdivenden bir basamak inip yere atladı. Marangozun üstündeki kahveye doğru yürüdü, başı yerde. Tam çıkarken camekânın ardında, genç çırağın, elinde zımparayla gülümsediğini fark etti. Ciddiyetle büktüğü sağ elini, alnının tam ortasından sarkıtıp selam verdi. İnce çubuklarla sabitlenmiş soluk branda, kahveyi örtüp karatıyordu. Ufacık yırtıklardan süzülen aydınlık, bardakları kavrayan esmer parmaklarda dolaşıyordu. Bir çocuk, ocağın arkasına geçmiş omzundaki mendille tabakları kuruluyordu. İşaret edildiğini görünce boynunu demliklerin arasından uzattı. Çukur yaptığı avucunun içinde, parmağını kaşık gibi sallayıp ‘’çay’’ diye fısıldadı, uğultunun içinden. Ceketini boş iskemleden kaldırmadan içlerini karıştırdı. Sonra fermuarlı gözü dolduran karanlıktan bir defter çıkardı, cildi yırtık. Gizlediği nesne kıvrık sayfaların arasında belli ediyordu kendini. Çıkartıp koklamak istedi. Ama garsonun üzerinde dumanı tüten tepsiyle yaklaştığını fark etti. Bardağı sehpaya uzatırken epey yaklaştırdığı boynundan ezik sarımsak kokusu geliyordu. Kocaman açtığı ağzının içinden diş etleri parlıyordu. Gülüşünü bozmayıp, bitiştirdiği dişlerinin arasından sordu.
“Abi buralısın?”
“He… Yani evet, daha doğrusu Tatvan’ın içindenim.”
“He, doğrudur abi. Buralıya benziysen ama konuşman şehirlidir.”
Sebebini bilmeden ‘’Teşekkür ederim.’’ deyip anlamsızca başını salladı. Ağacı saran beyaz kablosuyla daldan sarkan megafondan kısa bir öksürük duyuldu. Tesis yetkilisi az evvel tıra yanaşan, körüklü, rengi kaçmış bir otobüsün kalkışını duyuruyordu. Muavin parmağıyla tıkadığı hortumdan fışkırttığı suyla ön camı son kez yıkadı. Durulanan camın gerisinde ‘Varto’ yazılı levha daha bir canlı gözüktü. Miktarına aldırmadan aceleyle bıraktığı madeni paralardan biri sehpanın altına yuvarlandı. İkişer üçer indiği basamaklardan sigarasını söndürmek üzere olan şoföre el etti.
“Birader, bir bakar mısın?”
…
“Şu kızı gördün mü Allah aşkına? Varto’dan gelmiyor mu bu araba?”
“He…”
“Oda Vartoludur, iyi baksana hele.”
Şoför bıyığının ucunu hafifçe ısırıp alaylı bir tavırla kaldırdığı kaşlarını bir deftere bir muavine çevirdi. Sonra adama dönüp;
“Vallahi uzun yol şoförü olan sensin kardeş. Malum uzun yol, ancak senin ihtiyacın olur böylelerine.”
Analı bacılı epey kalabalık bir küfür fırlamak istedi gırtlağından. Çıkmadı bir türlü, kurudu kaldı. Hırsla çekti kapıyı üstüne defteri tekrar koynuna sokacaktı ki birden, fotoğrafı, güneşliğin şeffaf gözüne koyup bir kenara fırlattı. Güneşliği bir daha hiç açmamacasına kapattı. Tır tekrar titremeye başladığında teyp kaldığı yerden devam ediyordu.
‘’Gönül vurgunuyum yaram çok derin.”
“Ne olur gözyaşın sil de gidelim.’’
Yasin Tatar