KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Tayinim, Orta Anadolu’nun köylerinden birine çıkmıştı. Köyümün yolu ve okulun lojmanı olduğu için çok şanslıydım. Hatta eski de olsa bir otobüsü bile vardı. Bu bilgileri ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden almıştım.
Öğleden sonra köyün otobüsünü bularak, birkaç parça eşyamla birlikte bindim. Yolda bu sene, önceki yıllara rağmen çok rahat öğretmenlik yapacağımı düşünüyordum. Köy yolu stabilize ve tozlu fakat önceki görev yaptığım köyümün yoluna göre asfalt sayılırdı. Otobüs yolcularını, yol üzerindeki komşu köylere indire indire ilerledi. Etrafı söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevrili, küçük bir ovaya kurulmuş, görüntüsü göze hoş gelen, şirin bir Anadolu köyüne geldik. Burasını çok sevdim. Köy meydanında, yanı okulun yakınında otobüsten indik. İzzet “İşte geldik hocam meşhur köyümüze…” dedi. “Güzel köyünüz varmış İzzet.” dedim. “He öyledir hocam… Bak işte muhtar.” Yüksek sesle. “Muhtar, Muhtar Emmi!” diye bağırınca, muhtar bize doğru yöneldi. Sanırım benim yabancı olduğumu anlayınca, direkt yanımıza gelip, “Hoş geldin beyim.” dedi, elini uzattı. Ben de elimi uzattım. İzzet’e kalmadan kendimi tanıttım. Muhtar ve İzzet eşyalarıma yardım ederek, okul lojmanına gittik. Anahtar zaten muhtarda imiş. Kapıyı açtı, içer daldım. Çok güzel, küçük ama tuvaleti, banyosu, mutfağı, her şeyi var. Çok sevindim. Çünkü köy yerinde böyle bir lojman lüks sayılırdı. Ertesi gün hem hava alayım hem de köyü biraz tanıyayım diye dolaşmaya çıktım. Gördüklerim karşısında şaşkına döndüm. Sanki beş yüz yıl geri gitmişiz. Kadınları ve kız çocuklarının giysileri, Orta Asya insanının giysileri gibi… Nasıl bu kadar doğal kaldıklarına inanamadım. Bu insanlar nasıl etkilenmemişler. Yolda gördüğüm kadınlar yüzüme bakmadan, hatta yüzlerini çevirerek geçtiler.
Okulu açtım, kayıtlı öğrenci listesine baktım. Buna daha çok şaşırdım. Kayıtlı yüz dört öğrenciden bir tane kız öğrenci vardı. Hemen okulu kapattım. Hızlı adımlarla muhtarın evine gittim. Kapıyı çaldım. Kapıyı muhtar açtı. “Hocam buyurun.” dedi.
“Muhtar işim var, gelemeyeceğim. Bu okulda hiç kız öğrenci yok mu?”
“Burada gavur mektebinde kız öğrenci okutmazlar Hocam…”
Bu lafı duyunca, muhtarı gırtlaklamak geldi içimden. Ama sakin olmam gerektiğini biliyordum. Derin nefes alarak;
“Muhtar hangi çağdayız biliyor musun? Bu senin dediğin suçtur.”
Tehditkâr ses tonu ile,
“Hoca Efendi biz senin gibileri çok gördük burada, hepsi pılını, pırtını toplayıp gittiler. Akıllı ol Hoca Efendi, akıllı…”
Çok sinirlenmiştim. Ama yapacak bir şeyim de yoktu. Yüzyılların kötü tortusunu, bir hamlede benim, yalnız başıma, temizleyip atmam imkânsızdı. Eve gelirken yolda İzzet’i gördüm. Onunla samimiyetimiz epey ilerlemişti.
“Ne oldu Hocam, bu ne hal? Çok sinirlenmişsin. Yoksa biri ile kavga mı ettin?”
Ben muhtarla aramızda geçenleri anlattım. O da muhtarın benzeri laflar söyleyince, hepten şoke oldum. Aradan günler geçti. İzzet her akşam konuğum oluyor. Onunla bütün sırlarımızı paylaşıyoruz. Devamlı;
“Kızını neden okula göndermediğini.” söylüyorum. O da bozuk plak gibi,
“Beni el âleme rezil mi edcen Hocam.” diyor.
Bir sabah erkenden kapım çalındı. Açtım, karşımda İzzet…
“Hayrola İzzet, nedir bu sabah, sabah?”
“Hocam bana acele bin lira lazım.”
Hemen aklıma hınzırlık geldi.
“İzzet sana para veririm ama, kızını okula gönderirsen.”
İzzet’in yüzü kıpkırmızı oldu.
“Hocam inan dostluğumuz olmasaydı kapıyı çarpar giderdim.” dedi.
“Tamam, İzzet kızma.” dedim ve parayı verdim. İzzet parayı alır almaz, arkasına bakmadan evden çıktı. Ertesi gün okulu açtım. Baktım İzzet’in kızı Rabia koltuğunu altında kırışık bir defterle içeri girdi. Buna çok sevindim. Daha önceki sohbetimizde adını öğrenmiştim. Rabia…
“Hoş geldin Rabia.”
“Hoş bulduk öretmen.” dedi.
Ben “öretmen değil, öğretmenim diyeceksin.” dedim ve yer göstererek oturttum. Rabia evinde okuma yazma öğrenmiş. Yaşı da büyük olduğu için dördüncü sınıftan başlattım. Günler geçti. Rabia okulumuzun en çalışkan öğrencisi ve sevgilisi olmuştu.
Ertesi yıl beşinci sınıfta, Rabia’yı özel olarak sınavlara hazırladım. Çok akıllı, çok zeki ve çalışkan bir öğrenciydi. Bu durumda öğretmen okulu sınavlarını kesinlikle kazanacağını biliyordum. İlkbahar geldi. İzzet’in de olurunu alarak, Rabia’yı Öğretmen okulu sınavlarına götürdüm. Sınava girdi, Sınavının çok iyi geçtiğini söyledi.
O yaz benim tayinim Anadolu’nun başka bir şehrine çıktı. Eşyalarımı almaya gittiğimde Rabia’nın öğretmen okulu sınavını kazandığını duydum. Çok sevindim. Ama artık oradan ayrılmak zorundaydım. Rabia benim adresimi bilmediğinden, biraz da benim ihmalkârlığımdan, artık birbirimizi unutmuştuk. Aradan on beş yıl geçti. Ben Almanya’da görev yaparken, bana bir paket geldi. Paket süslü, güzel bir paketti. Merakla ve hızla paketi açtım. İçinde kırmızı bir gül bir de mektup vardı. “Acaba kimden gelmiş olabilir” derken. Zarfı açmak için daha da meraklandım. Ellerim titreyerek zarfı açtım şöyle bir yazı vardı.
Ben de öğretmenim
Sen doğmasaydın bizim köye
Ben nasıl çiçek açardım?
Ben nasıl meyveye dönerdim?
Nasıl ürün verirdim,
Bereketli topraklarımda ülkeme…
Sen doğmasaydın bizim köye,
Kim ısıtırdı kemiklerimi, ta ilklerime kadar…
Kim aydınlatırdı yolumu uzaya kadar,
Kim öğretirdi bana sevmeyi, sevilmeyi,
Kim becerebilirdi yoktan var edilmeyi
Sen doğdun bizim üzerimize
Beni, ben yaptın,
Bizi biz yaptın
Göğüs gerdin karanlıklara,
Sırtını verdin bir dağ gibi…
Hep ileri, ileri dedin,
Aydınlığa doğru
Hep sen verdin, biz aldık karşılıksız
Sana teşekkür ederim,
Sevgili öğretmenim
Artık ben de öğretmenim…
Rabia
Yücel BİLGİN