KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Şubat ayındaydık. Belki de yılın en soğuk günüydü. Mahalledeki tarihi çeşme bile buz tutmuş akmıyordu. Evde kalorifer yanıyor olmasına rağmen üşüyordum. Yün içlik ve kazak giymek bile beni ısıtamamıştı. Televizyonda belediyenin sokakta yaşayanları basketbol sahasında toplayıp barınma ve yemek ihtiyaçlarını sağladığı yönde haberler çıkıyordu.
Peki ya hayvanlar ne yapacaktı? Örneğin; sokak köpekleri… Ben bunları düşünürken bir taraftan da pencereden sokağa bakıp yağan karı, karda oynayan çocukları, karda kayan insanları seyrediyordum. Birden bir köpeğin sokaktaki çöp bidonlarının başında olduğunu fark ettim. Dikkatlice baktığımda onun Gariban olduğunu anladım. Mahallenin çocuklarının Gariban ismini verdiği, beyaz renkli, iri cüsseli bu köpek Akbaş cinsi olmasına rağmen koyun sürüsü yerine ne yazık ki sokakları bekliyordu. Çöp bidonları kapalıydı. Gariban, çöp bidonunun üstüne çıkmıştı. Aç olduğu besbelliydi. Ancak bir türlü kapağını açamıyor, havlayıp duruyordu.
Galip Bey emekli bir öğretmendi. Hiç evlenmemişti. Mahallede fakirlere yaptığı yardımların yanı sıra bir hayvansever olarak çok sevilen biriydi. Bizimle aynı apartmanda aynı katta otururdu. O, güney-doğu cepheli dairede, biz ise güney-batı cepheli dairede oturuyorduk. Galip Bey, elinde poşetle çöp bidonuna doğru gidiyordu. Onun çöp atmaya gittiğini düşündüm. Ancak elindeki poşeti açtıktan sonra önce bir plastik tabağı yere bıraktı ve ardından içine yiyecek bir şeyler koydu. Yiyeceklerin ne olduğunu göremiyordum. Fakat Gariban’ın mutluluktan hem havlaması değişmişti hem de kuyruk sallamasından teşekkür edişini çok net fark edebiliyordum. Gariban, tabaktakileri o kadar hızlı yedi ki inanamadım. Galip Bey tabağı tekrar doldurdu. Gariban, ikinci tabağı da bitirdi.
Aç bir köpek neler hissedebilir diye düşünmeye gerek yoktu. Çünkü aç kalan tüm canlıların acı ve üzüntü hissedeceği çok açıktı. Aç bir canlının yerine kendini koymak ne güzel bir duyguydu. İsrafı ayakların altına alan, paylaşmayı, tüm dünya insanlarıyla hatta hayvanlarla paylaşmayı öne çıkaran, birçoklarının maalesef hiç tatmadığı, tadanın ise bundan sonra yaşam biçimi hâline dönüşen bir duygu…
O günden sonra her gün sabah ve akşam iki kez hava nasıl olursa olsun sabırla Galip Bey’i Gariban’a bir şeyler verirken ve Gariban’ın başını okşarken gördüm. Bir ailesi olmayan Galip Bey tüm sevgisini Gariban’a sunuyordu. Bunun tam tersi de doğruydu. Bir yuvası olmayan Gariban da tüm sevgisini Galip Bey’e gösteriyordu.
Galip Bey asla Gariban’ın boynuna zincir takmadı. Gariban da bir daha o sokak başından hiç ayrılmadı. Sokağın diğer başındaki ihtiyar simitçi gibi yıllarca sokağın diğer başının gediklisi olarak kaldı.
Yıllar yılları kovaladı. Bu durum tam üç yıl devam etti. Yağmurlu bir Haziran günü balkonda oturmuş yine sokağı seyrediyordum. Acı bir fren sesi yankılandı. Mutlaka çok kötü bir şey olmuştu. Birden çığlıklar duyuldu. Bağıran, yaptığı enfes dolmalarıyla bilinen Melahat Hanım’dı. Evet, bağıran oydu. ‘Yetişin, adam ölüyor!’ diyordu.
Tüm mahalleli gibi ben de olay yerine koştum. Ne yazık ki Galip Bey’e bir minibüs çarpmış ve Galip Bey son nefesini vermişti. Herkes oradaydı. Birden gözüm Gariban’a ilişti. O da oradaydı.
Çok kısa sürede üç polis ekibi olay yerine gelmişti. Polislerden biri fotoğraf çekiyor, bazıları güvenlik önlemi alıyor, bazıları kaza tespit tutanağı hazırlıyordu. Sağlık personeli tarafından Galip Bey’in cesedi ambulansa alınıp olay yerinden götürüldükten sonra önce polisler sokaktan ayrıldılar. Yarım saat içerisinde ise tüm mahalleli… Fakat kaza yerinden sabırla ayrılmayan biri vardı. O, bir insan değildi. Yıllar önce koyun sürüsünü bekleyen Gariban, bugün kendisini yıllarca beslemiş olan Galip Bey’in öldüğü yeri beklemekteydi.
Osman Akçay