0

Yıl 2002, İstanbul.

Aylardan Aralık, İstanbul en soğuk günlerini yaşarken, elimdeki buharı tüten kahvemi daha sıkı kavradım. Perdelerimi sonuna kadar açmıştım, başımı pencereme yasladım. Gözlerimi açıp derin bir iç çektim; kar taneleri usul usul yere düşerken, onları izlemenin içimi nasıl da ısıttığını düşündüm. Mesela, sayısını bilmediğim kadar kar tanesi yere düştükten sonra kaybolurken, her birinin ardında bıraktığı duygu çok farklı. Birbirinin aynısı gibi duran ama aslında köşeleri, cinsleri hatta boyutları bile birbirinden farklı olan bu kar tanelerinin, insanda uyandırdığı hisler daha derin, daha yoğun. Kimisinde yalnızlık gizli, kimisinde ise çaresizlik. Hatta belki de kar tanelerini izlerken, düşlere dalıp giden tüm insanların içine gömdüğü sırlar…Yaşamımızda bize küçücük gibi gözüken bir şeyin, anlamının tezat olarak bu denli büyük olmasıysa, tamamen hayatın da buna benzer şekilde sürprizlerle dolu olduğunu bize gösteriyor aslında. Bu yüzden kar tanelerini izlerken içime belli belirsiz olan bir umut ve ferahlık doğuyor, sanki yere her düşüşlerinde içimdeki sıkıntıları da söküp atabilirmiş gibi…

‘’Alya, hadi kızım! Geç kalacaksın dersine. Hem bak, sana en sevdiğin peynirli poğaçadan yaptım.’’

Başımı, yasladığım pencereden kafamı kaldırarak, merdivenlere doğru seslendim.

‘’Geliyorum.’’

Dedemlerden kalma neredeyse otuz beş yıllık bir mâziye sahip, ahşaptan yapılmış, artık iyice soluk duran camgöbeği rengindeki bir evde kalıyorduk. Yirmi sekiz yıl önce annem bana hamileyken, Aydın’dan İstanbul’a yerleşmiştik. İstanbul’un gürültüsü ve diğer mahallelerine nazaran daha hareketli olan Beyoğlu semtinde kalıyorduk. Her gün odamın küçük balkonundan geçen tramvayların sesini duyuyordum, insanların günlük telaşeleri hiç durulmuyordu.

Acele adımlarla mutfağa indiğimde mis gibi poğaça kokusu tüm eve yayılmıştı. Bu kokuyu seviyordum. Bana çocukluğumu, içimdeki çocuğun kaç yaşıma gelirsem geleyim hiçbir zaman geçmeyecek o sevincini ve annemin gözünde asla büyümeyecek olan hâlimi hatırlatıyordu. Belki tek çocuk olduğum için bu his her zaman benimle beraber olacaktı, bilmiyorum. Evimizdeki poğaçanın o kokusu, anne kokusuyla birleşince içimdeki çocuk da o kokuyla beraber tekrar ortaya çıkıyordu.

‘’Aynur Sultan, yine döktürmüşsün.’’ Annemin yanına gittiğimde üzerinde çiçek desenli bir mutfak önlüğü vardı ve kendine has anne duruşuyla kaşlarını çatarak, bir parmağını bana doğru kaldırdı.

‘’Saat tam olarak 7.20, yani senin dersine yetişmen için tamı tamına 45 dakikan kaldı.’’ Bana bir adım daha yaklaştı ve çattığı kaşları yavaş yavaş düzelirken yanağıma bir öpücük kondurup devam etti. ‘’Öğretmen oldun ama hâlâ benim nazlı kızımsın. Şunlardan yanına al da yolda giderken yersin.’’

Kafamı sallayarak, anneme içten bir şekilde gülümsedim. Yemek masasındaki geniş tabağın içindeki poğaçalardan birini yavaşça ağzıma atarak bir ısırık aldım. Sıcaktı ama güzeldi, gözlerimi kapatıp beni geçmişe götürecek bir tada sahipti.

‘’Babam çıktı mı?’’ Ağzımdaki parçayı tam yutmadığım için sesim boğuk çıkmıştı. Annem derin bir iç çekerek,

‘’Evet, kahvehaneye gitti. Biliyorsun, emekli olduktan sonra kendini birçok işe verdi ama hiçbirinde mutlu olamadı. En sonunda da mahalleden bir iki kişiyle tanışınca kendini okeye falan verdi. Kafasını dağıtıp eve gelince enerjisini de atmış oluyor üstünden.’’

‘’Bırak, nasıl mutlu olacaksa öyle takılsın. Hadi, ben çıktım.’’ Anneme el sallayarak evden çıktım.

Yeniden Beyoğlu sokaklarına karışmıştım. İnsan koskoca bir şehirde, bunca kalabalığın arasında kendini yapayalnız hissedebilir miydi? Gün ağaralı bir saate yakın olmuştu, sokakların arasından geçerken gözlerimi hemen yan tarafımda, ‘’Simit, simit. Sıcak sıcak, taze simit!’’ diye bağıran genç çocuğa çevirdim. Onun yan tarafında tramvay seslerini işitiyordum, hemen çaprazımda bizim mahallenin kahvehanecisi vardı. Herkesin telaşı, bir yerlere yetişmek için acelesi vardı. Kime? Neye? Kolumdaki saatime gözlerimi kısarak baktım. Öğrencilerime yetişmek için yirmi dakikam kalmıştı. Onları seviyordum, minik parmaklarını kaldırarak bana dersin ortasında bazen anlamını bile bilmedikleri ama hayatla ilgili derin manaları olan sordukları sorularını da seviyordum. Her sabah okula doğru yürürken etrafımı izliyordum; bazen gözlerim insanlarda takılı kalıyordu, aklıma aniden gelen soruları susturamıyordum. Milyonların yaşadığı bu şehirde kendimi zerre gibi hissediyordum, toz zerresi… Beni kimse fark etmiyor, görmüyordu sanki…

Hemen okulun yan tarafında babamın neredeyse kırk yıllık arkadaşı olan Âsaf amcanın plak ve eski kasetleri sattığı küçük bir dükkânı vardı. Arada sırada ona uğrar, gramofondan bir iki plak dinler eve öyle giderdim. Çay eşliğindeki sohbetimizden sonra ise zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım bile. Âsaf amca her sohbetimizde mutlaka, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını, onun zamanında insan ilişkilerinin bu kadar kopuk olmadığını anlatıp durur. Heyhat! Nereden bilebilirdim ki çok doğru bir noktaya parmak bastığını.

Sınıfa girdiğimde düşüncelerimden sıyrıldım ve minik öğrencilerime içten bir şekilde gülümsedim.

‘’Günaydın, oturabilirsiniz.’’

Her gün aynı tekrarlanan cümleler, bir şarkını nakaratı gibiydi. Aynı ve klişeleşmiş… Yine de yaptığım işi seviyordum.

‘’Kitaplarınızın on sekizinci sayfasını açın lütfen.’’

Bu sayfa, evde anlatacağım konulara göz atarken dikkatimi çekmişti. Çünkü 3-4 tane sıralı cümle vardı ve Türkçe dersinde öğrencilerimin hayal güçlerini merak ederdim. Kiminin cevabı yaratıcı kiminin cevabı ise yaşından büyük oluyordu. Bazen onların yanıtlarını dinlerken dalıp giderdim, sanki karşımda bir çocuk değil bir yetişkin varmış gibi hissederdim. Ellerimi sıranın üstünde birleştirip, meraklı gözlerle beni inceleyen öğrencilerime dönüp devam ettim.

‘’Burada bazı kelimelerimiz var ve kelimelerin yanına iki nokta bırakılmış. Yani bunların size çağrıştırdıklarını bana söylemenizi istiyorum. Saçma veya değil, aklınıza ne geliyorsa söyleyin lütfen!’’

Böyle söyleme nedenim; öğrencilerimin hayal güçlerini herhangi bir kısıtlama olmadan gösterebilmeleri. Bunu yapmadığım takdirde zihinlerinde beliren şeyleri rahatlıkla dile getirebilecekler.

‘’İlk kelimemiz bulut. Kime ne çağrıştırdı bu kelime, söylemek isteyen var mı?’’

En arka sıradan mavi gözlü, yaşına rağmen öğrenmeye her daim aç gibi bakan İdil’e doğru gülümsedim.

‘’İdil?’’

‘’Bulut, pamuk şekere benziyor bence öğretmenim. Tatlı gibi ama her an dağılacakmış gibi hissettiriyor bana.’’

Hafifçe kıkırdamasına karşılık benim de dudaklarımda bir tebessüm oluştu.

‘’Değişik bir çağrışım bir oldu İdil. İkinci kelimemiz hayat.’’

Bir süre sınıfta bir sessizlik oluştu. Bu kelimeyi anlatacak cümleleri ben bile zor bulurken küçücük çocuklardan bunu beklemek ne kadar mantıklıydı?

‘’Evet…Kimse bir cevap vermeyecek mi?’’

‘’Hayat, kum saatine benziyor bence öğretmenim. Kum saatini ters çevirdiğimizde her iki tarafı da dolmaya devam ediyor. Ne kadar yönünü değiştirirsek değiştirelim, kum saati hep dolacak. Hayatta kimseyi ve hiçbir şeyi beklemeden akıp gidiyor; biz ne yaparsak yapalım. Aynı kum saati gibi.’’

Dudaklarım aralandı, bir iki saniye boyunca toparlanamadım ve kuruyan boğazımı temizlemek için hafifçe öksürdüm. Bu cümleyi kuran kişi sadece dokuz yaşında bir çocuktu. Akın, sınıfta her daim kavga eden ve sorun yaratan bir çocuktu. Küçücük yaşına rağmen boyundan büyük laflar eder, beni her derste çileden çıkarırdı. Kendimi toparlarken kaşlarımı kaldırdım ve Akın’ın olduğu tarafa meraklı gözlerle bakarak sordum:

‘’Kum saati ha? İlginç… Aklına nereden geldiğini sorabilir miyim?’’

‘’Çünkü, annem de babam da ben ne yaparsam yapayım bana karşı hep aynılar. Davranışlarımı sürekli değiştirdim; baktım uslu bir çocuk olsam da bana karşı ilgisizler, hayatın ilerlemesi dışında hiçbir şeyin değişmediğini anladım.’’

O an cevap vermedim ve sustum. Kafamı sallayarak derse devam ettim.

Siyah-gri karışımı atkımı ve beremi takıp Âsaf amcanın dükkânına doğru ilerledim. İstanbul’da kuru bir soğuk vardı. Yaklaşık iki saat duran kar, ardında kuru bir soğuk ve ilikleri titreten bir rüzgâr bırakmıştı. Ellerime taktığım gri eldivenlerimle ellerimi ovuşturdum ve küçük dükkânın kapısını açtım.

‘’Oo, Muallime Hanım hoş geldin. Nerelerdesin sen? Uğramıyorsun ne zamandır. Çayım taze, şanslısın.’’

‘’Hoş bulduk Âsaf amca. Dışarısı buz gibi, valla içerim. Bu soğuğu kesecek en iyi şey, sanırım senin o sıcacık çayın olurdu.’’

Yerde duran minik ısıtıcı ve iki tabureye doğru ilerledim. Eldivenlerimi çıkarıp ellerimi ısıtıcıya doğru tuttum. Burnumun ucu soğuktan kıpkırmızı olmuştu, içim bile üşümüştü. Âsaf amca elinde iki bardakla gelince sıcaklığına aldırmadan çaydan bir yudum aldım.

‘’Yeni plaklarım geldi alırsan. Babanlar da ne zamandır soruyorlardı, hiç plak gelmiyor artık diye.’’

Parmaklarım ince belli çay bardağını sararken burukça gülümsedim.

‘’Âsaf amca, bugün öğrencilerime bazı kelimeler verdim ve bu kelimelerin onlarda neyi çağrıştırdığını sordum. Bir kelimenin adı hayattı, Öğrencim, hayatı kum saatine benzetti, çok güzel açıklamalarda bulundu yaşına göre. Neden böyle bir cevap verdiğini sorduğumda ise ailesinin onu ne yaparsa yapsın görmezden geldiğini ve sadece hayatın akıp gittiğini söyledi. Hiçbir şey söyleyemedim, bir cevabım yoktu. Sadece o kadar küçük yaşta bir çocuğun, hayatla ilgili bu kadar anlamlı ve yaşının çok üstünde bir cümle kurması beni şaşırttı.’’
Âsaf amca çayını küçük sehpaya bırakırken elini omzuma koyup bir kere hafifçe vurdu ve gülümsedi.

‘’Bak evlat,’’ derin bir nefes alarak gözlerini boşluğa çevirdi ve konuşmasına devam etti.

‘’Yıllarca plak ve eski kasetler dışında antika parçalar da sattım. Ve bana öğretisi ne oldu biliyor musun? Bir zaman sonra bakıyorsun ki hepsi unutulmaya yüz tutmuş. Artık ne antikanın değeri kaldı ne de plakların. İnsanlar teknolojinin peşinden sürüklenir olmuş. Walkmanler, cd çalar dinler hâle gelmişler. Hani şarap mahzeni vardır; yıllarca şarapları içmezsin orada mahzende çürür gider ya, işte bu da öyle bir şey. Ana babalar sorumluluklarını unutur oldu, insanlar da geçmişini hatırlamaz oldu. Yaşayıp gidiyoruz sadece, işte öyle bir şey hayat.’’

Âsaf amca derin konuşmasını bitirince yine uzaklara daldığımı hissettim. Aceleyle metroya yetişmeye çalışan kaygılı insanlar… Dışarıda insan silsilesi vardı sanki. Hava kararmıştı, İstanbul soğuk bir akşamı ağırlıyordu bugün.

‘’Yine daldın gittin kızım. İster misin arka fonda da şöyle yeni gelen plaklardan biri çalsın?’’

Âsaf amca neredeyse yetmiş yaşına girecekti; artık kırlaşmış saçları, başında beyazlarını kapatan bir balıkçı beresi vardı. Gözlerinin altı kırışmıştı, gözleri yaşlılığın getirdiği hantallıktan dolayı yorgun bakıyordu. Ama yine de yaptığı işten memnun hâli de gözlerinin derinlerine sakladığı o ışıkta gizliydi sanki. Esnaf kıyafeti ise çizgili bir gömlek, kumaş pantolon ve onu tamamlayan siyah bir ceketti. Buna karşın öyle bir gülümsüyordu ki gelen müşterilerine ve hatırlı dostlarına, sanki hâlâ yirmi beş yaşında genç bir delikanlıydı. Yine umutlu, yine mutlu…

Gözlerimi boşluktan çekerek Âsaf amcaya döndüm ve gülümsedim.

‘’Olur, çok güzel olur hem de.’’

Âsaf amca plağı kutusundan çıkarıp gramofona doğru yürüdü. Tanıdık bir melodi etrafa yayılınca, gözlerim plağa doğru kaydı ve bir süre sadece müziğin sesini dinledim.

‘’İyi ama bu çok eskilerden bir şarkı. Zeki Müren’in parçalarından biri değil mi? Adı da-‘’
Âsaf amca sözümü bölerek,

‘’Ah Dünya, Oh Dünya. Dediğin gibi eski bir plaktır.’’

Gözlerini, benim yaptığım gibi gramofona doğru çevirdi ve bir süre sessiz kaldı. Sessizleşen ortamda ikimizin de aklı eskilere gitmişti. Her şey mazide daha güzel ve daha anlamlıydı. Şarkılar, insanlar, yapılan sohbetler… Eskilerin değerini bilemedik biz.

‘’Zeki Müren’in de dediği gibi kızım, ‘Mademki öleceğiz, neden geldik dünyaya?’ Güzel özetlemiş aslında. Hepimiz bir avuç toprağa geri döneceğiz, niyedir bu serzenişlerimiz? Velhasıl kelam kızım, meyus olmak yerine şükretmeyi bilmeliyiz. Bu da sana bir baba nasihatimdir, kulağına küpe olsun.’’

Dudaklarım düz bir çizgi hâline geldi. Bunları kesinlikle ileride hatırlayacaktım, tek fark şu olacaktı; Âsaf amcanın dediği gibi kederli ve üzgün değil, umutlu olacaktım.

Yıllar Sonra:

Galata Kulesi’nin manzarasına karşın önümde Türk kahvem, kulaklarıma dolan martıların sesi sayesinde mutluydum. Yaşım kırk altıydı. Seneleri devirmiştim, günleri kovalayıp bugünlere gelmiştim. Haddizatında, hayatımda mutluydum. Çok güzel bir kız evlat yetiştirmiştim, bana bakarken gözleri parlıyordu. İstanbul’dan Muğla-Köyceğiz’e taşınmıştık, orada daha huzurlu bir hayatım vardı. İstanbul’a annemi ziyaret etmek için dönmüştüm. Seneler içinde babamı kaybetmiştim, annem teyzemlerle birlikte yaşıyordu ve Beyoğlu’ndan Adalar’a yerleşmişlerdi. Orada her şeyden uzakta, nezih bir bölgede kafalarını dinliyorlardı. İstanbul’un kaosunun dışında, dingin bir yaşam… Yaşlarına rağmen arada bisiklet turu bile yapıyorlardı. Denize karşı yürüyüşler ve piknikler vazgeçilmezleriydi. Bunun dışında emekli olmuştum, Âsaf amcayı da toprağa vereli on sene olmuştu. İstanbul’a uğradıkça mezarını ziyaret eder, mutlaka beyaz karanfil koyardım toprağına. Âsaf amcanın yüreği gibi, saf ve temiz… Yıllar önce Âsaf amcayı ziyaret ettiğim zaman bana, eğer bir gün kendi evim olursa umut çiçeği olan, ‘peperomıa’ bitkisini evimde bulundurmam gerektiğini söylemişti. Güneşi ve sıcak havayı sevdiği için sanırım adının anlamını da bu özelliğinden alıyor. Köyceğiz’deki evimizin bahçesi çiçek yetiştirmeye elverişli olduğundan dolayı ilk işim bu bitkiyi derinlemesine araştırıp, sırrını çözmek oldu. O zamanlar anlamamıştım, Âsaf amcanın ne demek istediğini yeni yeni anlamaya başlıyorum. Sanırım yaşımın vermiş olduğu toyluktu benimkisi, artık yaşanmışlıklar devreye girince insan biraz da olsa anlamaya başlıyor. Âsaf amcanın yüzünde, yaşlılığın getirisi olan kırışıklıklarda saklı yaşanmışlıkları, bana eskileri anlatırken içinin ne denli buruk oluşunu… Şimdi şimdi manasını anlamaya başladığım şeyler için hüzünlü olsam bile aynı zamanda bunları anlayabilmenin verdiği sevinçle de mutlu hissediyorum kendimi.

Karşımda oturan deli dolu kızıma gözlerimi kısarak baktım ve denizi bir çocuk gibi izlemesine gülümsemeden edememiştim. Hayat akıp gidiyordu, zaman geçiyordu. Güneş her şeye rağmen yeniden içimizi ısıtıyor, umutları gebe bırakıyordu. Yaşam varsa bir şans daha var demekti, sonsuzluğu çağrıştıran mavi rengi yeni başlangıçları simgeler gibi parlıyordu bize. Her şey siyah ve beyazdan ibaret olmadığı gibi, hayatta başka renkler de var. Her şeyin bir rengi, bir simgesi mevcut. Duyguların, hislerin… İçinde ne kadar vaveyla kopsa da her şey bir gün geçiyordu. Günler adım adım ilerliyor, insanlar değişiyordu. Gökyüzündeki bulutlar yine beyaz; gün yine yerini geceye bırakıyor, güneş doğmaz sanırken yeniden doğuyor, kuşlar ötüyor ve doğa her gün olduğu gibi yeniden canlanıyor. Geçmez zannettiğimiz zaman geçiyor, bazen dursun istediğimiz saatler hep akışında ilerliyor. İnsan yerinde saydığını zannederken aslında Dünya’nın döndüğü gibi evren de bir değişim geçiriyor. Akşam olunca, gökyüzüne baktığımızda isimlerini bilmediğimiz ve bin bir çeşit olan o yıldızlar parıldamaya devam ediyor, küçükken ‘ay dede’ dediğimiz ay her gün olduğu gibi yeniden yıldızların arasındaki yerini alıyor. Cinsini bilmediğimiz milyarlarca canlı çeşidi de bizim gibi bu döngünün içinde varlığını sürdürmeye devam ediyor.

İstanbul ben gençken siyahtı, şimdi ise beyaz. Yeni başlangıçlar için rengi tertemiz kaldı. Ben giderken umutsuzdu, şimdi daha umutlu. Yıllar önce öğrencimin benzettiği kum saati meselesi doğru çıktı. Yıllar yön değiştirdi, biz olduğumuz yerde kaldık. Onların yönü değişim oldu, bizim yönümüzse stabil kaldı. Sonsuzluğun başlangıcı olan umut sordu bize, ‘’Ben var olduğum sürece, inancınız tam mı kendinize?’’ Oturduğum tahta tabureden kalkarak denize doğru ilerledim; yaşayan İstanbul’a, kızıma, denize, martılara ve özgürlüğe baktım. Gülümsedim… İnancı da Beyoğlu’ndaki ahşap evimizde, umudu; annemde, ailemde, Âsaf amcanın plaklarında, küçük bir çocuğun cümlesinde ve gözlerinde buldum.

‘’Evet, var. Artık inanç da umut da hep var.’’ diye fısıldadım umuda doğru.
Nefes alıp verdiğimiz sürece umut vardı, özgürlük de. İnancımız olduğu sürece istek de vardı amaç da. Biz neyi hissedersek, biz ne kadar vazgeçmezsek yeni başlangıçlar da orada var olur; önemli olan bunun bilincinde olup yoluna devam edebilmek.

Sude Yenin

Leave a Comment

İlgili İçerikler