ORHAN DEĞİRMENCİ Postacının elime tutuşturduğu zarfa daldım gittim. Kapı aralıktı, öyle kalakalmıştım. Bir süre sonra kendime gelip kapıyı kapattım, içeri geçtim. Zarfın içini az...
LİMAN KENTİN ÂŞIKLARI
Delikanlılığımdan beri sık sık yoklayıp uzun seferlerde de hayatımı altüst eden böbrek ağrılarından nihayet kurtulmuştum. Zor, zahmetli geçen ameliyat öncesi ve sonrasında bile neşemi kaybetmemişken postacının getirdiği mektup maneviyatımı kırmış, tüm mutluluğumu kof bir köpük gibi silip süpürmüştü. Denize karşı ilk kez bugün ikindi kahvaltısı yapacaktım terasta. Bardağımdaki soğumuş çay, tabak içindeki albenili atıştırmalıklar, nekahet sonrası tekrar denize açılma hevesim umurumda bile değildi. Zihnimde tek bir soru vardı: Niçin bunca yıl gelmesini dört gözle beklediğim mektup bugün gelmişti.
Masa üzerine fırlatıverdiğim mektubun gönderen kısmında Halide Sevinç yazıyordu. Yüreğime bir alev topu oturmuştu yeniden, gözlerini okyanus mavisine benzettiğim Halide ne zaman aklıma düşse böyle olur, yaşama sevincimi alıp götürürdü.
Açmakla açmamak arasında tereddütlüydüm, bir yandan merak ediyor bir yandan da korkuyordum açıkçası…
Ah! Güzeller güzeli Halide, narin Halide, üzerine onca gül kokladığım hâlde baharımın tek gülü olarak kalacak olan Halide ah!
Daha dün değil miydi seninle tanışmamız, hem de ne tanışma…
***
Uzun sefer sonrasıydı, on beş günlük iznin sonunda yine denize açılacaktık. Bir akşamüstü rıhtım boyunca yürüyüş yaparken üzerinde, “Liman Kent Pastanesi” yazılı bir tabela bulunan dükkân dikkatimi çekmişti. Şanzelize Bulvarı’ndaki kafelere benzettiğim küçük, şık bu pastaneye girerek caddeyi gören bir masaya oturup siparişimi vermiş servis yapılmasını bekliyordum. Gelen giden olmayınca gazeteyi okumaya dalmıştım ki genç bir bayanın hitabıyla başımı kaldırdım gazeteden.
“Efendim çok özür dilerim, frambuazlı pastamız kalmamış maalesef…” deyince sinirlendim.
“Ne demek efendim kalmamış!” diye kükredim. “Siparişi alan bayan…”
“Bayan yeni elemandır efendim, bayat pastayı kaldırmayı unutmuş tezgâhtan.”
Ukalalığım tutmuştu. Karşımdaki sarışın, zayıf, ufak tefek, çilli soluk yüzünü çevreleyen bukleli saçlı, dalgalı denizleri andıran masmavi gözleriyle yüzüme mahcup bir şekilde bakan genç bayana aldırmaksızın,
“Ne yani, bayat pasta mı yediriyorsunuz müşterilerinize?” diyerek tartışmayı sürdürdüm.
Kısık ve üzgün bir sesle “Böyle düşünmekte haklısınız efendim.” diyerek cevap verince,
“Yetkili birisiyle görüşmek istiyorum, sizi şikâyet edeceğim,” dedim.
İki elini önünde bağlayıp fısıltıyla “Adım Halide, bu müessesenin sahibiyim. Buyurun efendim.” deyince yelkenlerim suya inivermişti.
Hayatımın otuzlu yaşlarına yaklaştığım bu günlerde tartışmayla başlayan bu tanışıklık sonrasında tatlıya bağlanmış, tek tutkum olan denizcilik sevdamdan bile vaz geçebileceğim bir aşka dönüşmüştü. Aramıza giren denizler birbirimize duyduğumuz aşkı iyice perçinlemiş, -ya da bana öyle geliyordu- tekrar bir araya geleceğimiz günleri iple çeker olmuştum. Her limandan attığım kartpostallara ufak dörtlükler eklemeyi alışkanlık hâline getirmiştim. Yakın ülkelere yaptığımız seferlerde birbirimizle haberleşemediğimiz için, benimle paylaşmak istediği her konuyla ilgili mektup yazmasını rica edip ev adresimi vermiştim. Nedense o beklediğim mektuplar hiç gelmemişti.
Karaya ayak bastığım ilk fırsatta kısa da olsa telefon görüşmeleri yapıyor, her anımda ona duyduğum aşkı haykırıyordum. Sevgimi gösterme konusunda ben ne kadar cömert olursam olayım Halide’deki çekingenliği, tutukluğu bir türlü alt edemiyordum. Yorgunluk ve suskunluk hâli üzerine yapışmış gibiydi. Baş ağrılarından şikâyetçiydi sıklıkla. Yanı başımda olmasına rağmen benden fersah fersah uzakta oluyordu bazen. Hareketlerinde bir acelecilik, konuşmalarındaysa yarım kalmışlık vardı. Bir şey anlatacakmış da sonradan vaz geçmiş gibi bir ruh hâline sahipti. Beraberken benim gevezeliğimi öne çıkarıyor, onu konuşturma çabalarım ise hüsranla sonuçlanıyordu. Cevapları hep kısaydı, oysa ben karşılıklı konuşmayı, ufaktan atışmayı hatta tartışmayı en çok da sevgi sözcüklerini sarf etmekten çekinmeyen bir insandım. Tüm bunları bilmeme ve görmeme karşın ona beslediğim tutkulu aşkım azalacak gibi değildi. Belki de beni ona çeken şey zıt kutuplarda oluşumuzdu. Tatlı tatlı gülümseyen bu sevimli bayana gönül koymak ne mümkün…
Ne zaman gelecekten ve ortak yaşantımızdan bahsedecek olsam gözlerini bir noktaya kilitler, sessizliğe gömülürdü. Onun bu tavrına bir anlam veremez, sevgisinden şüphelenmeme neden olur sonrasında da tasasız sevinçlerini, aşkla bakan gözlerini görünce bu düşüncelerimden utanırdım.
Kardeşi Halit’e ve yeğenlerime olan düşkünlüğümü gördükçe gözlerini bir hüzün dalgası yalayıp geçerdi. Çocukları sevmediğine hükmeder, için için kahrolur yine de yüzüne bir şey demezdim.
Bu yaşıma kadar har vurup harman savurduğum yeterdi. İdareli olmaya, boğaza nazır bir tepede yapılmakta olan havuzlu villalardan birini almaya karar vermiştim.
Bir gün, onun da mutlu olacağını zannederek ortak yaşantımız için aldığım bu karardan bahsetmiştim. Yüzü bulutlanmıştı önce, sonra da başını öne doğru eğerek uzun süre sessiz kalmıştı. Bu hareketi karşısında büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Vereceği cevap önemli değildi artık benim için. Mutluluk ve heyecanıma ortak olmayan, ileriye yönelik aldığım kararı sevinçle karşılamayan karşımdaki kadın, sevdiğim ve değer verdiğim biri değil de başka biri gibiydi. Mana veremiyordum bu sevecenlikten uzak tavırlarına. Demek ki beni sevmiyor, ortak bir hayatı paylaşmak istemiyordu. Öyleyse bana niye ümit vermişti bunca zaman? Değişken ruh hâline sahipti, onu biliyordum ama aşkla bakan gözleri de mi yalandı? Ya beni gördüğünde gösterdiği sevinçler onlar da mı sahteydi? Bunca zaman içinde aptal âşık olan ben yanılmış olabilir miydim? Düşünceler, düşünceler, düşünceler…
“Hayırlı olsun” sözleri dökülmüştü ağzından, lakin bu cevabın içinde “biz” yoktuk. Herhangi birinin ağzından çıkmış alelade bir sözcüktü benim için.
Bana düşen bir an önce oradan ayrılmak ve bir daha uğramamaktı aceleyle ayrıldığım yere.
“Hoşça kal, kendine iyi bak.” diyerek elimi uzatmıştım.
Aynı anda elini uzatmıştı o da. Gözleri buğuluydu, soluk yüzündeki kan çekilmiş gibiydi. Sesi çatallıydı bu sefer.
“Üzgünüm, seni hayal kırıklığına uğrattığım için. Hoşça kal.”
***
Masanın üstünde ışığı yanıp sönen telefonu görünce sıyrıldım düşüncelerden. Her gün arayan yeğenim bu sefer de akşam yemeği için dışarıdan bir şeyler alıp bana gelecekmiş. “Gel,” dedim. “Hadi bekliyorum.”
Bu saatlerde trafik yoğun olur, karşıya geçmesi en az iki saatini alırdı. Onu beklerken yine sorular sökün etti zihnime.
Bunca yıl görmediğim, hiç haber alamadığım ama aklımdan da çıkaramadığım Halide bu mektubu bana niye şimdi göndermişti. Tüm bunların cevabı masanın üzerine öylesine fırlatıverdiğim zarfın içindeydi.
Yıllar önce bıraktığım kadim dostlarıma öyle ihtiyacım vardı ki şu an. Belki büfe içlerinde, çekmecelerde, eski ceket ve paltolarımın ceplerinde bulurum ümidiyle ufak bir araştırma bile yaptım. İkisinden de hiçbir iz yoktu. Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım uzun bir süre. Her daim elimden düşürmediğim küçük, gümüş imameli tespihi parmaklarımın arasında evirip çevirmeye başladım.
Zarfı açıp içindekilerini okuyacak cesareti ancak bulunca aldım elime. Heyecanımdan elim ayağımın zembereği koyuvermişti. Yanımdayken sevincini, tasasını, aşkını dile getirmeyen, çekingen ve tutuk biri bana hitaben ne yazmış olabilirdi ki yıllar sonra hem de?
Ne kendime gelmek için içtiğim kahve ne de soğukluklar hiç fayda vermedi. Yeğenim gelmeden bir an önce öğrenmeliydim neler yazdığını. Kalınca olan zarfı mektup açacağıyla incitmekten korkarcasına yavaş yavaş açıp başladım okumaya.
“(…) Sen sevildin Kaptan’ım, hem de çok… Ketum oluşumu, fazla konuşmamamı, çocuklara karşı aşırı ilgin karşısındaki hüznümü yadırgadığını, mizacının tam tersi davranışlarıma bir mana veremediğini iyi biliyorum. Bazı şeyleri ağzımdan kaçırmamak için sessiz kalmayı yeğledim. Sana bir şey anlatmadım, anlatamadım zira kusurlarımı bile bile beni çok sevdiğini biliyordum. Anlatsaydım bunu da kabul ederdin, adım gibi eminim. Bunu, seni çok sevmeme rağmen sana yapamazdım.
Tutuk ve içe kapanıklığımı, düşünceli oluşumu hem sorgular hem de sorardın bazı zamanlar. Ben de baş ağrısından, halsizlikten bahsederdim ya bunlar doğruydu. Hiçbir zaman bahanelerin arkasına saklanmadım, saklanmam da. Doktorumdan öğrendiğime göre hastalığımın geç teşhisi yüzünden çekmişim onca sıkıntıları.
Son görüştüğümüz gün bana sevinçle ortak yaşantımız için aldığın karardan bahsetmiştin de, ben de seni hayal kırıklığına uğratmıştım suskunluğumla… İşte o günden birkaç gün önce çıkmıştı tahlil sonuçlarım. Ben bir illetin pençesindeyken, yaşayıp yaşamayacağım meçhulken sana gelecek vadedemezdim.
Dul olduğumu, seninle tanışmadan iki ay önce anlaşmalı olarak boşandığımı söylemiştim ya bir sohbetimizde. İşte onun hediyesi olan hastalık yüzünden şu an hastanedeyim. Evet, kocam olacak çapkın tur rehberi adamdan bahsediyorum. Frengi hastalığını bilir misin? Ben de bilmiyordum. O yüzden ağzım ve dudaklarımda oluşan ve bir müddet sonra kendiliğinden geçen yaraları önemsemedim. Yorgunluklarım, eklem ağrılarım, bazı yerlerimde oluşan kaşıntısız döküntülerim çoğalınca öğrendim ne olduğunu.
Yatarak tedaviyi şart koştu doktorum. İki ricada bulundum hastane yetkililerinden: Biri boğazı döverek geçen gemilerin tiz seslerini duyabileceğim bir oda tahsis etmeleri diğeri ise bana hediye ettiğin plakları dinleyebileceğim bir müzik setini odamda bulundurabilme izni vermeleri. Bunlar beni; elimi tuttuğunu, üstümü örttüğünü, yastığımı kabarttığını, alnıma ıslak öpücükler kondurduğunu, daha doğrusu yanı başımda olduğunu hissettirecek şeylerdi Kaptan’ım.
İştahsızlıktan dolayı çok kilo kaybetmiştim. Hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmadım, zira varlığın ve sana duyduğum sevgi bana güç veriyordu. O yüzden kaş, kirpik ve saçlarımın dökülmesini hiç dert etmedim. Uzun süren bu dönemde yapılan tedaviler yorucuydu benim için, lakin hayata tutunma arzusu beni diri tutuyordu. Senin için iyileşecek ve seni diğer Halide ile tanıştıracaktım. Neşeli, konuşkan, sevgi dolu ve kalbi aşk ile çarpan…
Yapılan tedavilere cevap veren bedenim yavaş yavaş kendini toparlamaya başlamıştı. Doktorumun sayesinde hastane günlerim sorunsuz geçiyordu. Tüm plakları kaçar kez dinlediğimi tahmin bile edemezsin. Hediye ettiğin kitapları da satır satır ezberlemiştim.
Bir gün doktorumun verdiği güzel haberle havalara uçtum âdeta. Tıbbi terimle gizli dönemdeki sifiliz’e girmeden hastalığım kontrol altına alınmıştı. Nihayet evime dönebilecektim. İşe gitmem doktorum tarafından yasaklanmış, evde istirahat etmem önerilmişti.
Sürekli yapılan tetkikler ve devam eden tedaviler neticesinde doktorumun deyişine göre üç yıl gibi kısa bir zaman diliminde kurtulmuştum bu hastalıktan Kaptan’ım.
Bekârsan ve kalbin hâlâ benim için çarpıyorsa, yerimizi biliyorsun. Her dem taze franbuazlı pastamız da var. Biz olmak istiyorsan seni bekliyor olacağım. Gel/e/mesen de mutluluklar seninle olsun. Bilmeni isterim ki, sen sevildin Kaptan’ım, hem de çok…”
Okyanus Gözlü’n
Mektubu okudukça gözyaşlarımı tutamıyordum. Damlaların ıslattığı bazı yerlerde mürekkepler dağılmaya başlamıştı. Kalbim deli gibi çarpıyordu.
“Demek ki, Okyanus Gözlü’m de beni çok seviyormuş. Hastalığından dolayıymış o tutarsız davranışları. Ah be Halide’m, güzel, zarif sevgilim benim. Neler yaşamışsın sen böyle! Bak, beni ne kadar iyi tanımışsın. O zaman öğrenseydim seni bırakmazdım ki… Yanında plaklar, kitaplar değil ben olurdum. Ama her şeyde bir hayır vardır. Demek ki doğru zaman şimdiymiş. Ameliyat sonrası inan ki ilaç gibi geldi mektubun.” diye söylendim kendi kendime.
Ani bir kararla yeğenimi aradım, yeni çıkmış yola. Kebapçıya uğrayacakmış daha.
“Bugün gelme sen, önemli bir işim çıktı. Hafta sonu gelirsin.” deyince şaşırdı.
“Hasta hasta hem de akşamüstü ne işiymiş bu amca?” diye sorunca,
“Yengene gidiyorum oğlum,” dedim.
“Nerden çıktı bu yenge işi…” demeye çalışırken telefonu kapatıp taksi durağının numarasını tuşlamıştım bile.
Fatma Türkdoğan