ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Altı aydır denizdeydi. Eski takalar ile Karadeniz’in azgın sularında balıkçılık yapmıştı ama kıtalararası yolculuğa çıkışı ılık bir pazar sabahına rastlamıştı. Çıkış, o çıkış oldu boğazdan.
Şimdi bilmediği bir yarımkürenin üzerinde yüzen demir gövdenin güvertesinden dolunayın aydınlattığı yüzeye bakıyordu. Düz bir ova gibi görünen deniz bütün heybetiyle gemiyi sürüklüyordu.
Deniz, ne büyülü kelime… Göğün bütün renklerine bürünen bukalemun gibi. Değişken ve aldatıcı. Aynaydı deniz, anaydı, can verendi, can alandı, aldığını saklayandı, sakladığını açığa çıkarandı. Sırlarla doluydu. Sırdaşı yoktu. Uçsuz bucaksızdı ama dalgaları her zaman bir kıyıyı döver dururdu. Ne eşsizdi.
‘’Yetmişinci güney enlemindeyiz’’ demişti kaptan. ‘’Bu yarım kürede şimdi yaz. Oysa kuzeye çıktıkça üşüyeceğiz. Hatta donacağız güvertede.’’
Uzun yaz gecelerinde kalmak için her akşam arkadaşları yattıktan sonra güverteye çıkıyor, sigarasını yakıp yıldızları izliyordu. Nasıl da muhteşemdi gökyüzü. Her biri rast gele saçılmış yıldızların ışığı geceyi aydınlatıp dolunaya arkadaşlık ediyorlardı. Uzaklarda, ufukta bir karartı gördü Hızır. Sanki denizin üzerinde bir şeyler kıpırdanıyordu. Hareketli bu cisme dikkatlice baktı. Gemi olabilir miydi ya da yardım isteyen bir flika? Yoksa devasa bir balina mı? Sancak tarafından geminin uç kısmına gelmişti. Karartı yükselti. Heybetli bir gürültüyle gökyüzüne çıktı. O da ne! Tam ayın üzerinde atlı bir bedevi gördü. Beyaz atını göğe doğru sürüyor, bedevinin kefiyesi imbat yelinde salınıp duruyordu. Dolunayın tam üzerinden geçerken daha da netleşmişti görüntü.
‘’Aman Allah’ım dedi Hızır. Ben aklımı mı kaçırıyorum ‘’O demeye kalmadan atlı gitti, ufukta kayboldu.
‘’Dur, nereye gidiyorsun, nereye?’’ diye bağırdı Hızır. Heyecanlanmış, yüreğine ateş basmıştı. Kalbi güm güm çarparken geminin korkuluklarına çıkmıştı. Büyükçe bir dalganın hareketiyle tekleyip düştü sulara. Geminin pervanesini geçti gözlerinin önünden. Sular hınca hınç dibe çekiyordu ayaklarını. Yüzmeye çalıştı. Çalıştıkça bocalıyor, kulaç atan kolları azgın akıntılara dayanamıyordu. Bir süre çırpıntı. Hala üzerinden geçmekte olan geminin gövdesini görüyordu. Büyük bir uğultu çıkararak ilerledi gövde. İşte o zaman yıldızlı gökyüzü açığa çıkmış, denizin dibindeki ufak ışıltılarla baş başa kalmıştı. Yoruldu Hızır. Son nefesindeydi artık. Nasıl da bir oyun oynamıştı Azrail. Demek böyle can verecekti. Nasip teknesinden aldığı dünyalığı bu kadardı. Bitti. Takati kesildi. Biliyordu ölümün saniye saniye tepesine bineceğini. Direnmek ne çare. Bıraktı kendini. Karanlık sularda saçları dalgalandı. Sonra elleri ve nefesi… Birden yaşlı bir kadın belirdi gözlerinde. Çirkin suratını görünce korktu. Bu kılıkta mı görünmüştü Azrail? Kadının elinde bir bebek vardı. Hızır ‘’ne kadar da bana benziyor’’ diye geçirdi içinden. Kadın bebeğin göbek bağını kesiyor, yeni doğum yapmış kadına gösterip;
‘’Denizci oğlan istemekteydin, at bunun göbeğini denize ‘’diyordu. Yeni doğum yapan kadının yüzü, gözleri de tanıdık… Anlamıştı Hızır ‘’anne’’ dedi usulca. ‘’Demek göbek bağımı denize attın. Bu yüzden mi denizci oldum ben? Bu yüzden mi denize karşı sevdalı yanışım?’’
Bekliyordu Hızır. Artık bitsin istiyordu bu çile. Ölümse hazırdı işte. Derken genç bir kız belirdi dipten. Güzelliği ile başını döndürdü Hızır’ın. Kız, elinden tuttu. Yüzeye doğru yüzdüler birlikte.
’’ Kim bilir, belki kurtulurum bu sayede, belki de…’Kimsin sen?’’ dedi kıza. ‘’Bütün bu başıma gelenler de ne?’’
Kız gülümsedi. İnciden yapılmış dişleri karanlıkta ışıl ışıldı.
‘’Belki su ciniyim, belki de denizkızı. Ya da bir hayal… Sen bilirsin. Benim için ne dersen de kabulüm ‘’
Yüzeye çıktığında derin derin solumaktaydı Hızır. İleride, ufukta gemisini gördü. Ağır ağır su alıyordu dolunaya doğru.
Yatakhanelerden yatan tayfalardan Davut’u uyku tutmamıştı. Çok olmuştu Hızır’ın gidişi. Meraklandı. Kalktı. Güverteye çıkan merdivenleri tırmanırken Hızır’la bir sigara tüttürürüm umuduna sarıldı. ‘’Belki konuşuruz bu mavi sularda. Ana dilimi unutacağım bu gidişle’’
Hızır yoktu güvertede. Yer yarıldı da yerin dibine mi girmişti.
‘’Hızırrrrr’’ diye seslendi. ‘’Hızırrrr, neredesin be Hızır?’’
Geminin uç kısmına geldi. Baktı. Ambar direklerinin yanında Hızır titremekteydi. Sararmış solmuş, ter su içindeydi her yanı. Bir koşu çıktı kaptana.
Kaptan, köşkündeydi. Eskiden beri Çavuş derlerdi ona.
‘’Çavuş’’ dedi ‘’Koş, Hızır’a bir şeyler olmuş’’
‘’Hastalandı mı?
‘’Yok’’
‘’Kazamı geçirdi yoksa?’’
‘’Hayır, hayır daha başka bir şey’’
Koşarak indiler köşkten. Titreyen Hızır’ı yatakhaneye getirdi Çavuş’la Davut. Tayfalar uyandılar bağırtı gümbürtüye. Hızır öylece yatakta yatıyordu. Ne ölü ne yaşayandı. Gözlerini sabitlemiş dehşet içinde sayıklıyordu.
Davut telaşla sordu.
‘’Ne olmuş bu çocuğa kaptan, ne olmuş böyle?
Eski bir denizci hikâyesidir bu. Nasıl ki karaların bilinmeyeni varsa denizlerin de bilinmeyenleri olur. Bu delikanlı için ister çarpılmış de, ister kafayı yemiş ya da büyülenmiş’’
‘’Ne olacak peki’’
‘’Ne mi olacak? Ben de kırk senelik Çavuş Kaptan’sam bu saatten sonra Hızır ne olur ne ölür. Böylece kalır. Ta ki ruhu geri gelene dek…’’
‘’Ne dersin Kaptan? Ruhu mu çalındı yani. Olur mu öyle şey?’’
‘’Bunu bağlayın, sıkı sıkı hem de. Artık Hızır’ın nerde ne yapacağı Allah’a kalmış. Sabah olunca bakarız bir hal çaresine. Olmadı en yakın limanda koyarız bir hastaneye’’
Bağladılar Hızır’ı. Gözlerinde en ufak bir ışıma yoktu.
Dolunayın şavkı sulara yansıyordu. Lacivertti deniz. Azgın dalgalar azıcık da olsa susmuştu. Hızır, suların ortasında bağırıyordu.
‘’Sesimi duyan var mı? Kurtarın beni bu yerden. Allah’ım yardım et bana lütfen…’’Kurşun gibi ağırlaştı ayakları. Fokurdayarak gömüldü sulara. Geride büyük bir hava kabarcığı bıraktı.
Serpil TUNCER