SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
“Recep usta, tuzluk tasarımı nasıl gidiyor?”diye sorulduğunda adamın morali bozuldu. Belli etmedi. Tuz fabrikası, lokanta zinciriyle anlaşmış, siparişleri artmıştı. Himalaya’dan gelen kaya tuzu büyük taneli istenmişti. Recep “tuzun büyük taneli istenmesi yetmiyormuş gibi başıma tuzluk tasarımı da çıktı,” diye içinden geçirdi.
“Bilal Bey, gövde hazır ama kapağın deliklerini yeterince büyütemedim,” derken patronun yanındaki delikanlı;
“Kapağın malzemesi ince. Daha kalın olmalı,” diyerek çözüm önerdi. Patron gülümseyerek;
“Recep usta ARGE’de işe başlayan yeni arkadaşımızı tanıştırayım,” dediğinde ustayı ateş bastı. ‘Bu ateşle suyum da kaynar,” diye düşündü.
Komiser;
“Hanım fasulye pişmedi mi?” diye sorduğunda sabrı tükenmiş, mutfakta aç bekliyordu. Çok geçmeden eşi sofraya “Afiyet olsun,” diyerek bir tabak koydu. Adam kaşığı daldırdı. Suratı asıldı. Az tuzluydu. Hevesle tuzluğu salladı ama akmıyordu. Komiser açtı ağzını yumdu gözünü. Tuzluğu masaya olanca kuvvetiyle vurdu. Kadın;
“Belindeki silaha mı güveniyorsun Burhan Efendi. Burası senin karakolun değil!”dedi, elindeki kepçeyi savurdu.
Adam kafasını eğdi, kurtuldu.
Kadın; “Yemezsen yeme,” deyip, önünden tabağı aldı.
Komiser; “Nebahat, bana lokanta mı yok!” deyip çıktı.
Kadın, tuzluğu açıp “İlla tuz, tuzluktan akacak değil mi, takıntılı manyak!” deyip avucuna döktü.
Recep’in canı sıkılmış, sevkiyat depoda raflar arasında geziyor, mal müşteriye gönderilmeden kontrol için numune alıyordu. “Yılların Recep ustası depo faresi olmuş,” diye dalga geçen şoföre ters ters baktı ama kızmadı. Nerdeyse fabrikanın kurulduğu zaman iş başı yapmış, patronu Bilal’in türlü kahrını çekmişti. Gösterilen vefasızlığa içerlendi. Patron yeni yetmeye tuz tanesi tasarım görevini de vermişti. Özel hayatında ki sıkıntının üzerine iş yerindeki de eklenmişti. “Allah’ım ne olur canımı bekâr alma,” diye mırıldandı. Yaşı geçene mahallede kız verilmiyor, kimse görücülük yapmak istemiyordu. “Recep, mallar tamam mı? Yol uzun,” diye şoförün kornaya basmasıyla toparlandı. Başıyla onayladı. Koliler yüklendi. Kamyonun hareketiyle diğeri iskeleye yanaştı. Yeni tasarım tuzluklar sevk edilecekti. Kutulardan birini açıp tuzluğu aldı. Salladı. Tuz akmadı. Sevinçten gülecekti kendini zor tuttu. Depoculara “Tuzluklar tamam,” deyip yüklemeye izin verdi.
Tren sirenin sesi lokantaya dolunca kapıyı kapamak şart olmuştu. Aşçı, komiye işaret etti. Çocuk koşarak kapıyı kapadı.
“Mahmut, o tuzluklardan bir kutu ayır bana kardeşim. Abine güzellik yapacaksın. ‘Arabadan çıkmadı,’ dersin. Bana itiraz etme. Çocuğu gönderiyorum. Tuzlukları ver,” diyen adam ekrana öfkeyle arka arkaya dokundu. “Kapan artık,” diye bağırınca “Şefik abi, o akıllı. Güzellikten anlar,” diye gülen çocuğa aşçı “Başlatma babanın şarap çanağına. Kargoya git Mahmut’tan paketi al,” dedi. Öğle paydosuyla tren garı çalışanları yemeğe gelir, güzel de para bırakırlardı. Komi gecikince boşları toplamak aşçıya kaldı, iki ayağı bir pabuçta “Neredesin eşek sıpası,” diye burnundan soluyordu.
“Şefik abi tuzlukları getirdim,” diyen genç, paketi kasanın dibine bıraktı. Elinde uzun bir kutu vardı. “Ne o?” diye soran aşçıya “Hafta sonu kardeşimin doğum gününe davetliyim. Tahtakale’de 10 liraya konfeti satıyorlardı. Aldım,” deyip sallamaya başladı. Adam “Patlatacaksın! Bırak kasanın altına. Hem haftalığım az der hem de… Akıl fikir ver Allah’ım,” diye söylendi. İçeri güzel bir kadın girince aşçı ve komi toparlandılar. Kadın cam kenarındaki masaya oturdu. Dolaptaki ayranlara bakıp “bir” işareti yaptı. Masadaki kebap resmini kaldırdı. Vakit kaybedilmeden servis yapıldı. Kadın kebabını yerken elinde valizi bir adam lokantaya geldi. Ortada gördüğü ilk yere oturdu. Recep, ‘Tuzluklar müşteriden geri döndüğünde patronun yüzünü göremeyecek oluşum üzücü olsa da,’ diye aklında geçirirken kadını fark etti. Gözleri kamaştı. Siparişi almaya geleni ne duydu ne gördü. “Hoş geldiniz,” diye omzu dürtülünce “İşkembe,” deyip genci başından savdı. Heyecanla masadaki tuzlukla oynuyordu. Dikkat edince tanıdı. Kasadaki adama dönüp “tuzluğu nerden aldınız?” diye sordu. Aşçı boncuk boncuk terledi. “Bizim komi, Tahtakale’den 1 liraya almış,” deyip konuyu kapattı. Recep’in eli durmuyordu. Tren biletini masadan düşürdü. Eğilip aldığında kadın da aynı bileti gösteriyordu. O da adama karşı boş değildi. Bir taşla iki kuş vurmuştu. Yıllık izine çıkarak fabrikada yokluğunu hissettirirken bir yandan elektrik aldığı kadınla aynı trende Avrupa turu yapacaktı.
Selim aşçının yanına gelip “Şefik abi, tuzlukları masalardan toplayayım mı?” diye sorduğunda lokantaya komiser geldi. “Her şey için çok geç. Bırak oğlum tuzluğu. Yandık. Git adamın siparişini al,” derken yanakları kızarmış, kalbi yerinden çıkacaktı. Korkulan olmamış, aşçı, komiserin kuru fasulyesini özenle hazırlayıp tabağın kenarına bir tutam maydanoz koymayı ihmal etmemişti. “Sonunda fasulye yemek nasip oldu,” diyen komiser kaşığı daldırdı. Az tuzluydu. Suratı asıldı. Tuzluğu aldı. Salladı, salladı. Nafile, tuz akmadı. Sinirlenip kalktı. “Böyle tuzluğun gelmişini geçmişini,” deyip silahını çekti. Masaya sıkıyor, kıyamet kopuyordu. Seken kurşun Recep’in ayağına geldi. “Yandım Allah,” deyip yere kapaklandı. Kız ilk şoku atlatır atlatmaz kaçtı. Arkasından “Gitme!” diyen adam inliyordu. Komiser sakinleşti. Kasaya yöneldi. Elinde silahla “Hesap ne kadar?” diye sordu. Aşçı yarım ağızla “Selim, çabuk konfetiyi patlat.” diye fısıldadı. “Şefik abi 50 kâğıdını alırım,” deyince adam “Küçük fırsatçı, tamam.” demek zorunda kaldı. Komi konfetiyi patlatınca aşçı kocaman bir gülümsemeyle “siz 1000. müşterimizsiniz fasulye ikramımız,” dedi.
Emrah Kirişçi