SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Remzi Yapışkan; kafasında pimi çekilmiş, her biri misket bombasını andıran sayısız düşünceyle gözlerini açtı. Duvarda beliren kalın puntolar, elleri kolları kesilip tecavüz edilen bir genç kızın haberini aktardı. Ürperdi. Sol tarafında döndü. Masanın bir savaş neferi gibi üstüne doğru geldiğini düşünüp başını karnına çektiği anda; masada sabit duran boş bardağı anımsadı. Rahat bir nefes aldı. Uyandığı diğer sabahlardan pek de farklı değildi.
Sol şakağında, gözüne yakın bir yerde yine çabuk geçen o ağrıyı hissetti. Aldırmadı. Yaralı bir hasta gibi ürkek adımlarla salonun uzun koridorunu yürüdü. Güneş, doğunun uzak tepelerinden yorgun düşmüş; batıya, daha da batıya göçüyordu. Remzi için gündüzü geceden ayıran tek şey, tanrı tarafından tepesine çakılan bu çakmak taşıydı. Evin köşesindeki dar mutfaktan yayılan çürük meyve kokusunu dağıtmak için balkonun kapısına yöneldi. İki hamleyle paslanmış kapıyı açtı. Bu balkon; şehrin düzensiz, çarpık mimarisine ve içerisinde çürük dişler gibi dizilen şehrin; ufak, kara kuru insanlarına tanıklık ederdi. Çoğu zaman sandalyesini demir korkuluklara doğru çeker ve izlediği bu insanları tahta sandalyesini kemiren böceklerden ayırmaya çalışırdı.
Kekremsi kokular yayan bu insanlara tahammül etmesi için bir gerekçesinin olmadığını -kim bilir kaçıncı kez- düşündü. Bu insanları sevebilmesine imkan yoktu. Balkondan kararlı adımlarla çıkıp salonun askısında olan bütün pantolonların ceplerini yokladı. Varını yoğunu serpti yere. 423 lira ve antika bir saatten ibaretti her şeyi. Paraları cebine atıp seri adımlarla evin arka kapısından kalabalık caddeye karıştı. Bu kargaşadan sıyrılarak geçtiği karşı sokağın ıssız saatçisine antikasını 115 liraya sattı. En yakın marketi gözüne kestirip; ülkesi savaş hazırlığı yapan bir mülteci gibi haftalarca yetecek kadar yiyecek aldı. Sıvası dökülmüş ince minarenin karşısındaki hırdavatçıdan çivi ve tahta aldı. Tezgâhtar, Remzi’nin pürüzlü ve yorgun sesle konuşmasını merak ettiyse de bu merakını gideremedi. Bunu fark eden Remzi, daha az konuştuğu için bol bahşiş bırakıp çıktı. Remzi, gereğinden fazla kaldıramıyordu kendisine benzemeyen bu insanları.
Boya almayı da ihmal etmedi. Terkedilmiş harabeyi andıran bir iş yerine girip selam bile vermeden:
-En koyu boyanız hangisi? diye sordu.
Ardından ekleyerek:
-Zift siyahı varsa iki katı para veririm, dedi.
Kapıdan çıkarken; istediği boyayı verip, bol kazançlı bir alışverişten çıkan boyacının ağzı kulaklarına varıyordu. Evinin iki yüz metre uzağındaki yolun parke taşına oturup, aldığı bütün araç ve gereçleri bir kuyumcu titizliğiyle inceledi. Hiçbir eksiğinin kalmadığına kanaat getirdikten sonra evine doğru uzanan kalabalık yokuşu inmeye başladı. Donuk, kupkuru gözleriyle bir deney sahasındaymış gibi etrafındakileri izliyor; ağız dolusu gülenlere, bağıranlara iğrenerek bakıyordu. Fevri bir harekette bulunmamak için adımlarını sıklaştırıp palan pandıras yol aldı. Olası bir durumda deli diye bir tımarhaneye ya da suçlu denilip kodese kapatılacağını biliyordu. Sokak sokak kaçtığı bu insanlarla aynı yerlerde yaşama zorunluluğu, beynine bıçak saplanmış gibi keskin bir acı veriyordu. Şimdi ise kendi kodesini inşa edecek ve hükmedeceği bir dünyaya sahip olacaktı.
Fidan yeşili derme çatma apartmanların arkasından dolanarak evinin yakınlarına vardı. Üst üste yığılmış binaların arasından; burnuna akan kesif kokuları hissetti. Burun kanatlarını gerip birkaç kez kokladı. Kanıksamış tavrının verdiği rahatlıkla çok ilgilenmedi. Uzun koridorun keskin köşeli merdivenlerini ağır ağır geçti. Kalbinin bombalı bir saat gibi hızlı çarpmasını aldığı karara yoruyor ve kendisini içten içe kutluyordu.
Kapıyı açtı ve ayakkabısıyla içeri girdi. Kapıyı kilitledikten sonra emin olmak için defalarca kapı kolunu yokladı. Çivi ve tahtaları yere döktü. Tahtaları, kapıya paralel bir şekilde bıraktıktan sonra içindeki yok olma sarhoşluğu, metal çivileri hunharca örselemesine güç veriyordu. Çivilerini; insanlığa çaktığını düşündüğü bu sırada:
-Dayanılmaz olan aslında yaşam değil insanlarmış, dedi.
Kısa bir duraklamadan sonra devamını getirerek:
-Dünya üzerine bahse girerim ki mutluluk bu kapının ardında değil,
Sonra evinin koridorlarına yüzünü çevirerek:
′′Burda′′ diye fısıldadı.
Ardından kapıya dönüp çivilerin bittiğini görünce kapı zilini çevik bir hamleyle kırdı. Şakağındaki o ağrıyı hırsından duyumsamadı. Ayakkabı dolabında kendince zor günler için biriktirdiği, iğrenç haberlerle sarılı dört deste gazete kâğıdını çıkardı. Geniş parçalarla pencerelerin önlerini sardı. Siyah boyayla gazetelerin üstlerini kararttı. Kapı, pencere derken sıra kafasında ustalıkla yer ettiği Siyah Oda’ya geldi. En az kullandığı, koridorun sağına açılan geniş odaya girdi. Zift boyayı üç defa duvarların üstünden geçirdi. Oda, beş ampullü beyaz avizeyi bile hapsedecek bir siyaha büründü. Evin içindeki bütün gereksiz eşyaları odanın içine yığdı. Bu odayı dünyanın ortası olarak tasarladı. Dışardaki insanların bir bölümünü gazete, kitap ve dergi vasıtasıyla bu odaya doldurdu. Yapılması gereken bütün hazırlıklarını bitirdi.
Günlerce, zamanı; gece ve gündüz diye ayırt edemeden yaşadı. Şakağındaki ağrı kulaklarını etkilemeye başlamıştı. Ara sıra kulaklarına dadanan sesleri bile sinek vızıltısından ayırt edemiyordu. Adını dahi bilmediği bu son zamanlardaki ağrı, bünyesine galip gelmeye başlamıştı. Ağrısının nüksettiği zamanlardaki kusuğu bir nebze acısını erteleyebiliyordu. Hastalığıyla boğuştuğu saatlerin çoğunu Siyah Oda’da geçiriyordu. Bu oda; evinin önündeki kesif kokuları, çürümüş insan cesetlerini, uzak durduğu yaşamı hatırlatıyordu. Odada anımsadığı şeylerle -kendince- ağrısına panzehir elde edip devamlı kusuyordu. Bu durum ağrısını hep erteletirken bedenini cılızlaştırmıştı. Buna rağmen otuz dört yıllık ömründe ilk kez bu kadar yaşam sevincini hücrelerinde dolu dolu hissediyordu. Burası ne Dubai’de yedi yıldızlı bir otel ne de Maldivler’de zengin tüccarların kiraladığı bir adaydı. Biri siyah; iki odalı, tavanı yer yer dökülmüş, kümbeti andıran bir çatı katıydı. Ağrısı dışında yaşam direncini kıran hiçbir şey yoktu.
Zamana dair tüm bulgulardan sıyrılmış; takvim ve saatten; çarşambadan, pazardan habersizdi. Bu zamanların büyük bir bölümünü salondaki kanepede oturup saatlerce düşünmekle geçirirdi. Artık, kasvetli zamanını da Siyah Oda’da geçirirdi. Cinayet romanlarını her bitirişinde kitabın yüzeyine bir çivi çakarak hiç açılmayacak bir şekilde kapatırdı. Sahi yanı başımızda bu kadar lağım pisliği; ölüm, tecavüz, fesatlık varken bu bağnaz insanlar nasıl olur da yeni kötülükleri hayal edebiliyorlardı. Ve çiviliyordu. Siyah Oda’daki tüm kitapları, gazeteleri…
Dünyaya bu kadar yakından uzak kalmak güzeldi. Fakat Siyah Oda ona iyi gelmiyordu. Oda, Remzi’yi çetin düşüncelerle boğuştururdu. Ardından her seferinde şakağındaki ağrısı mesken tutardı. Yine böyle bir gün Siyah Oda’dan gelip uzandığı yatağında beyni zonklarken buldu kendisini. Gözleri ateş gibi yanmaya başladı. Acısına dayanamayıp fevri sert yumrukları ardı sıra sol şakağına geçirdi. Beklediği etkiyi görememesi, yumrukların şiddetini bir su dalgası gibi artırdı. Mutfağa koşup dolabı açtı can havliyle. Başını buz bölümüne dayadı. Ağrısı geçmedi. Çok kalmadan bedeni titremeye başladı ve dolap bu atik hareketlerle sallanmaya başladı. İki dakika süren bu sallantı sonrası Remzi’nin cılız bedeni yere yığıldı.
Kapı komşusu tam on üç gün sonra; dar koridorda, kapı kilidini açarken çürümüş et kokusuyla irkildi. Burun kanatlarını gerip birkaç kez emin olduktan sonra rahat bir kafayla güvenliği aradı. Gelen iri yapılı adamlar, iki saatlik uğraştan sonra kapı ve arkasındaki engeli aşabildiler. Bu anda bütün apartmanı keskin çürümüşlük kokusu kapladı. Burunlarına taktıkları maskelerle böceklerin üstünde yuva kurduğu cesedi inceleyip hemen ardından siyah geniş bir muşambaya parmak uçlarıyla sardılar.
Palan pandıras yol alan bir sağlık aracıyla ceset morga taşınırken Güvenlik Daire’sinde iki haftadır çözümlenemeyen dört cinayet vakasının tartışması yapılıyordu. Memurlar; işlenen cinayetleri, Remzi’nin on dört gün ortadan kaybolmasıyla ilişkilendirmeyi zor da olsa başardılar. Remzi’nin böceklerden arta kalan cesedi, ertesi gün paralı adamlarla gömülürken; kravatlı böcekler, akşam düzenlenen baloda üstün hizmet başarısıyla terfi edildiler.
Burhan Yeşilyurt