0
Mısır saplarını yara yatıra kanalete vardın ve aniden durdun.
Adam, yüzüstü yatıyordu; ayakuçları toprakta, topukları hava-da, avuçları yerde, dirsekleri iki yana açık, ha kalktı ha kalkacaktı sanki.
Altan, bir adım yaklaştın ve dikkatle baktın: Üstü başı tertemizdi adamın ve ense tıraşı birkaç günlüktü. Döne dolana başının ortasına kadar gelen siyah saçları aniden açılıveriyordu ve tepede parmak başı kadar kırmızı bir leke vardı, kurbanda babanın alnına kondurduğuna benzer bir şey.
Daha bir dikkatle baktın: Ne hırpalanma, ne sürüklenme, ne de kana benzer bir işaret gördün… Sana göre olası uyuyordu adam, ya da sızıp kalmıştı. Bir an varıp kaldırmayı düşündün.
İki adım daha attın Altan. ‘Hele hele’, diye düşündün, ‘yüzüstü yatan insanın sırtı inip kalkmaz mıydı? Kütük gibi yatıyor oy-sa…’ Kuşkulanmaya başladın.
“Ne halt yediysen…” diye mırıldandın, “Burada ne işin var be adam?”
Kaldırmak için yekindin, ama vazgeçtin. Bir filmde, yaralı bir kadını kaldırmaya çalışan erkeğin tırnak arasına kaçan kandan dolayı cinayetle suçlandığını anımsadın. Adam, öldürmediğini kanıtlamak için bir ömür uğraşıp durmuştu. ‘Yok’ dedin içinden; ‘polise haber vermeliyim.’ Yan cebinden telefonunu çıkardın, ‘numara gir’ bölümünü açtın, iki sayıya artarda bastın. Bir an, buranın jandarma bölgesi olduğunu düşündün ve rakamı değiştirdin.
Karşı taraftan, ‘jandarma, buyurun’ sesini alınca, “Alo” dedin, “ben Altan Yiğit, bir ihbarda bulunacağım.”
“Ne ihbarı?”
“Tarlamın ucunda, kanaletin önünde, sanırım bir ceset var.”
“Ya! Sen nereden arıyorsun bizi?”
“Homurlu Mahallesi.”
“Bu telefon senin mi?”
“Evet.”
“Tamam. Yer tarifi yapsana.”
Sen, Homurlu’ya girişi, tarla yolunu, kanaleti, adamı bir bir anlattın.
Karşı ses, “Hemen geliyoruz.” dedi, “Bizi yol çatında bekler misin?”
“Tamam.” dedin. Adama bir daha baktın. Döndün, için allak bullak, kanalet boyu yürüdün. Beş dakikada ana yola vardın. Yönünü, jandarmanın geleceği tarafa çevirdin ve köprü kanadına oturdun.
Adam, ister baygın, ister ölü olsun, yapılacak en doğru şey buydu doğrusu. Ne var ki kanalete su salınıp salınmadığına bakacak, oradan sulama birliğine geçecektin. Eğildin, yatak kupkuruydu. İşinden olmuştun, “Tamam” diye mırıldandın, “başıma bir iş açılmasın da…”
Mersin yönünden bir kamyonet geldi, önünde durdu. Şoför kapı camından, “Altan” dedi, “hayrola, bir şey mi var?”
Başını kaldırdın, Ersin’di bu, amcaoğlu. Sabahleyin biber götürmüştü hale. Demek daha yeni dönüyordu. Bir şey geldi boğazına düğümleniverdi, dilin damağına yapıştı sanki. “Var da…”
“Ne dedin?”
Ayağa kalktın, Ersin’in önüne geldin. “Şey” dedin, “bizim tarlada…”
Ersin, merakla başını dışarıya uzattı, “Ee?”
“Su sapağında bir adam var.”
“Ne dedin, ne?”
“Bir adam…”
“Adam?”
“Ölü mü ne!”
Ersin, gözleri fal taşı, bakakaldı.
Sen, yutkundun, “Bir adam…” dedin ve bir daha yutkundun.
Ersin, “Ya!” dedi. Kamyonetten indi, gözlerini açıp kaparken, “Baştan anlatsana şunu!”
Sen, tarlaya gidişini, kanalete varışını, adamı, yüzüstü yatışını bir solukta döküverdin.
“Ne arıyorsun ya burada?”
“Bekliyorum.”
Ersin, kaşlarını çattı, “Bak Altan” dedi sana, “adamı deli etme ha!”
Sen, bir şey silkeler gibi sağ elini salladın, “Öf be!” dedin, “Jandarmayı işte…”
‘Belli ki Altan’ın başı dertte.’ diye düşündü. Ne diyeceğini bilemedi Ersin, ne yapacağını da. İnce boynunu bir sağa, bir sola salladı durdu. Sen ise hiçbir şey yokmuş gibi, ama kapkara bakıyordun, bir yola bir Ersin’e.
Jandarma arabası gelip önlerinde durdu. Şoför mahallinden bir er indi, “Altan kim?”
Sen, sağ elini kaldırdın, “Ben.”
Er, kapıyı tuttu, “Haydi atla.”
Ersin’e başıyla bir ‘eyvallah’ çektin ve şoförün yanına geçtin. Oturacağın sırada arkadan biri, “Altan Yiğit” dedi, “Haydi bizi cesede götür.”
Er geldi, yanına oturdu ve kapıyı çekti. Sen, bir merak arkaya döndün, şakaklarına kır düşmüş bir başçavuştu emreden, “Tamam komutan.” dedin, parmağınla gösterdin, “Şuradan.”
Her kanaletin bir de araba yolu olurdu. Olası arızalar için düşünülmüştü, ama çokça tarlalar arası ulaşımı da sağlardı. Şoför sağa kırdı ve yola girdi.
Sen, arkadan bir motor sesi duydun. Belli, Ersin’di sizi izleyen.
Neredeyse, iki solukta olay yerine vardınız.
Sen, “Komutanım” dedin, “burası.”
Koltuğundaki er alelacele indi, arka kapıyı açtı, “Buyurun komutanım.”
Şoförle birlikte arabadan çıktınız.
Sen, emin adımlarla başçavuşun önüne geldin, “Komutan…” dedin ve kanaletin altını gösterdin, ama ağzın açık bakakaldın…
Başçavuş, “Ee…” dedi, “Nerede bu ceset?”
Dizlerin titremeye, soluğun daralmaya, gözlerin kararmaya başladı. “Amma” dedin, “orada yüzüstü…”
Ersin de geldi, yanı başına dikeldi, en az senin kadar şaşkın.
Başçavuş, “Dalga mı geçiyorsun bizimle be?” dedi, ancak senin hiç de böyle birisi olmadığına emin. “Kal orda.”
Er, “Komutanım” dedi ve seni gösterdi, “ne yapayım?”
Başçavuş, ‘bir şey yapma’ imi verdi. Kanalete doğru üç adım attı ve durdu. Eğildi, “Hım.” dedi ve çömeldi. Bir kuru ot parçası aldı, toprağı hafifçe eşeledi. Kalktı, “Ali” dedi, “gel bir de sen bak şuna.”
Kapıyı açan erdi Ali, “Emredersiniz!” dedi, vardı başçavuşun önüne diz çöktü. Parmak ucuyla topraktan bir parça aldı, kokladı. “Komutanım, bu insan kanı.”
Başçavuşun yanakları belli belirsiz gerildi ve sana eliyle ‘gel’ işareti yaptı.
Ersin, senin koluna girdi, adeta komutanın önüne dek sürükledi, ‘buyurun’ der gibi yüzüne baktı.
Başçavuş, elini senin omzuna koydu, sesini yumuşattı, dudaklarında güven veren bir gülümseme, gözlerinde babacan bir ışıltı, “Haydi” dedi, “anlat bakalım, sen burada tam olarak ne gördün?”
Şaban Şimşek
 
 
   

Leave a Comment

İlgili İçerikler