SARNIÇTA ZAMAN Küreğin her suya dalışında kalbimin atışı hızlanıyor, taş duvarlarla çevrelenmiş ıslak bir yalnızlığın ortasında, dik başlı sütunların arasında süzülürken kayık, zaman labirentinde...
Yeter, uyandığında karanlık bir tünelin içindeydi. Karnına doğru çekip kollarıyla sıkıca sardığı dizlerinden başını kaldırdı, “Nasıl da uyuyup kalmışım?” diye geçirdi içinden. Ne kadar uyuduğunu, ne zamandan beri bu tünelin içinde olduğunu kestiremiyordu. Bir an önce çıkmalıydı buradan. Sürünerek ilerledi, tünelin kapağını usulca açıp dışarı süzüldü. Üzerindeki tozları telaşla silkeleyerek kilerin merdivenlerinden mutfağa çıktı. Eşi de çocuklar da gelmemişlerdi henüz. Derin bir nefes alabilirdi. Cebindeki toprağı balkondaki kaktüslerin dibine boşaltıp akşam yemeğini hazırlamaya koyuldu.
Kilerdeki bu gizli sığınağı, annesi kucağında bebekle hastaneden geldiği günlerde keşfetmişti. Kaçıp buraya saklanıyor, birilerinin yokluğunu fark edip onu bulmasını bekliyordu. Eskiden patates deposu olarak kullanılan, bu yarım metrelik çukuru zamanla genişletmeye başlamıştı. Toprağı ceplerine dolduruyor, çıkınca bahçeye atıyordu gizlice. Böylece o küçük patates çukuru Yeter’le birlikte büyümüş ve giderek bir tünele dönüşmüştü.
Ne zaman bunalsa, ne zaman derin bir yalnızlık duygusuna kapılsa soluğu “sığınağım” dediği bu tünelde alıyordu. Burası bir ana kucağı gibi şefkatle sarıp sarmalıyor, avutuyordu onu. Çevresini saran bütün tehlikelerden koruyordu sanki. “Bir ana kucağı gibi…” deyip güldü patatesleri soyarken. Üç kızdan sonra “Yeter” diyen, sonunda bir oğlan olunca da kızları unutan annesinden, babasından ne şefkat görmüştü ki?
Yeter, çocukluğunda yitirdiği o bağı şimdi eşi ve çocuklarıyla da kuramıyordu. İçi dokunma arzusuyla yanarken sarılamıyordu onlara. Dokunduğunda da öyle acemi öyle sert oluyordu ki rahatsız edici buluyorlardı onun bu dokunuşlarını. O da çareyi daha fazla dokunma arzusuyla yanarak daha az dokunmakta buluyordu.
Öyle pek har gürleri olmazdı karı kocanın. Ahmet, işinde gücünde, güler yüzlü, temiz kalpli biriydi. Yeter’e babasından kalan bu köhne evde oturmayı bile kabul etmişti. Kusurları yok değilse de sevilmeyecek adam değildi. Ahmet mi? O da seviyordu karısını sevmesine de bu sevgi Yeter’in kuşandığı zırhları delip geçemiyordu bir türlü. Üstelik zırhı kalınlaştıkça içine kapanan Yeter, yeni kabuklar örerek bir çıkmaza doğru gidiyordu.
Yaşı ilerledikçe giderek annesine benzediğini fark etmişti. Artık ergenlik çağındaki çocuklarıyla ilişkileri de yolunda değildi. Onları kaybetmekten ölesiye korkuyor, “Annem gibi olmak istemiyorum” diyordu.
Bazen içine girerek, bazen içinde taşıyarak hep bu tünelde yaşıyordu aslında o. İster yemek masasında olsun, ister televizyon izlerken, ister komşu oturmasında… Bir an geliyor, dalıp gidiyordu. Ayıldığında yanında oturan kocası mı, yoksa tünelde kurduğu bir hayal mi kestiremez olmuştu. Dudaklarını büküp küçük bir kız çocuğu gibi içten içe ağladığı tünelde çocuklarıyla kavga ederken buluyordu kendini bir anda. İki dünya arasındaki çizgi giderek belirsizleşiyor içinden çıkılmaz bir hale dönüşüyordu Yeter için.
Kapı çalınmış, eşiyle çocuklar gelmiş, yemekler yenmiş, iyi geceler dilenmiş yataklarında uyuyorlar mıydı, yoksa kapının çalındığını, eşiyle çocukların geldiğini, yemek yendiğini, iyi geceler dilendiğini mi hayal ediyordu sığınağında? Tünelden vakitlice çıkıp kurtulmuş muydu yakalanmaktan, yoksa aklının bir oyunu muydu bu?
Yanındaki adamın gürültülü uykusu zihnini yoran sorulara yanıt olsa da uykusu kaçmıştı artı. Kalktı, hırkasını giydi. Uyandırmaktan korkarak küçük adımlarla çocukların odasına girdi, üzerlerini örttü. Bir süre öylece onları izledi. Nasıl da tatlı görünüyorlardı yavruları. Çocukların yanından ayrılırken, ayakları yavaş yavaş mutfağa sürükledi Yeter’i. Kilerin merdivenlerinden sessizce inmeye başladı. Sığınağında dizlerine sarılıp, beşikteki bir bebeği uyutur gibi salınarak uyumak istiyordu.
Yeniden sığınağındaydı şimdi. Başını dizlerine yaslayıp uyumaya hazırlanırken alışkın elleri toprağı eşeliyordu bir taraftan. Derken eline sert bir şeyin geldiğini duyumsayarak irkildi Yeter. Bu kez iki eliyle, daha hızlı kazımaya başladı. Önündeki toprak döküldükçe sert yüzey genişliyordu. “ Bu … bir… duvar!”
Artık tünelin sonundaydı demek. En dipteydi… Donup kaldı öylece. Bu duvar, onun kurtuluşu olabilir miydi? Küçük bir delik açsa tünelin ucunda bir ışık görebilir miydi? Yoksa “Oyun bitti. Buraya kadar. Artık kaçacak bir yerin yok” demek miydi bu duvar? Hayatı gözünün önünden film şeridi gibi geçmeye başladı. Çocukluğu, annesi, çocukları, oğlunun ilkokulda çizdiği, anne figürünün kolsuz olduğu o resim… Hepsi bir olmuş fısıldıyordu sanki. “Sarıl, Çocuklarına sarıl. Çocuklar o sarışlara bir ömür tutunur.”
Dayanamıyordu artık. Bütün gücüyle saldırdı duvara. Tırnaklıyor, yırtıyor, yumruklar savuruyordu. Tırnaklarını geçirip söküp atmak istiyordu onu. Duvar kıpırdamıyordu bile. Delirmiş gibiydi. Kan içindeki elleriyle, o sesi duymamak için kulaklarını kapatmaya çalışırken içi boşalan bir çuval gibi yığılıp kaldı olduğu yere.
Bu kez gözlerini açtığında bir hastane odasındaydı. Sonunda biri onu bulmuş, o çukurdan çıkarmıştı demek.
Ahmet hastane odasına girince ilk sorusu“ Çocuklar nerede?” oldu. “Birazdan gelirler. Sen şimdi güzel bir dinlen bakalım” dedi Ahmet. Onu saatlerce aradıklarını, sonunda o tünelde, yarı baygın bir halde bulduklarında tünelin ucundaki duvarın ve ellerinin kanlar içinde olduğunu günler sonra, iyileştiğinde anlatacaklardı ona. Şimdi yaraları sarmanın, birbirlerine sarılmanın zamanıydı.
Hastaneden çıkıp eve geldiklerinde bir sürpriz bekliyordu Yeter’i. O karanlık çukurdan taşıdığı toprakla yetiştirdiği kaktüslerden biri çiçekler içindeydi. Oğlunun sayesinde kurtulduğun henüz bilmese de tünelin ucundaki ışığı görür gibiydi.
Mehmet ŞEN