SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Yakınlarımdan bir hastayı getirdiğim, psikiyatristimin bekleme salonundaydık. Salon hınca hınç insan doluydu. Randevusu gelen hastalar, doktorun bulunduğu odaya giriyor uzun bir beklemenin ardından yüzü kızarmış ya da ağlamış bir halde dışarı çıkıyorlardı.
Malum görüntü… Yüz yılımızın hazin sonunu tek kurşunluk silah gibi net ve acımasız anlatıyordu yalnızlık ve bunalım. Elimizdeki kalan tek kurşunu kendi bedenimize sıkan, çağın hastalığına yakalanan mutsuz bireylerdik hepimiz.
Deliler evinin, dâhiler odasına gelmiştim ya da dâhilerin içinden fırlamış delilerin avucuna düşmüştüm.
Hastalar şık giyimli, modern, temiz insanlardı. Boş bakışları hariç… Odada sararmış sözlerin fısıltıları dolaşıyordu. Boş bakışlara yaraşır boş sözler etrafı kolaçan ediyordu. Fısıltılar, çekingen insanlar, titreyen eller… Kim bilir ne dertleri var diye içimden geçirirken odadan henüz çıkmış bir çiftle karşı karşıya geldim. Genç ve oldukça kibar görünümlü olan beyefendi yanımızdaki koltuğa oturdu ve yanındaki kadınla çekişmeye başladı. Fısıltı halinde idiler. Kulak kabartmadan yapamadım. Konuşulanları duymak için gösterdiğim bütün çaba nafileydi. Bu çiftin ağzından çıkan sözleri duyamıyordum. Kısa bir süre sonra da kelimeler kesildi. Çifte, kelimeler yetmemiş olsa gerek, beden dilini devreye soktular.
Uzun bir süre hiçbir şey konuşmadılar. Adam sinirden patladı patlayacak gibi duruyor, sürekli ufluyor, pufluyor, ellerini kollarını bir yere sığdıramıyordu. Kadın çantasından küçük bir kâğıt parçası ve tükenmez kalem çıkarıp bir şeyler yazdıktan sonra adama verdi. Adam notu okudu. Daha da kızardı bozardı. Dudaklarını ısırmaya, ellerini göğsüne bitiştirip hızlı hızlı nefes almaya başladı ve sonunda elindeki notu apar topar yırtıp hemen önümüzdeki masada duran kül tablasının içine attı. Birden ayağa kalktı ve kadını apar topar elinden tutup dışarı çıkardı. Gittiler. Anlamsız bir şekilde onları izlerken doktorun ince belli, mini etekli ve cılız bacaklı sekreteri hasta yakınımın adını seslendiğinde sıranın bize geldiğini fark ettim. Yakınım doktor odasına girerken, ben salonunda beklemeye başladım. Gözlerim adamın kül tablasına attığı nota takılıp kalmıştı. İçimden notu okumak geçiyordu; ama bu başkalarının özeline girmek olur diye kâğıda uzanamadım. Gözlerimi dikmiş öylece kül tablasında bulunan yırtılmış kâğıdı izliyordum. Notta yazılanları bilmek istiyorum. İçim içimi kemirip durdu. Gözler ve dikkatler bekleme salonunda bulunan televizyonda yayınlanan bir reklam filmine çevrilince kimseye çaktırmadan notu alıp çantamın altına koydum. Doğru bir hareket değildi; ama o not, özelden ziyade, artık çöpe konmuş bir kâğıt parçasıydı. Kâğıda erişmekle vicdanımın çok sızlamayacağını düşünerek dörde bölünmüş kâğıdın parçalarını birleştirip okumaya karar verdim. Dörtten bire inen parçalar birleştiğinde kâğıtta “Seni aldattım ama senin hiç suçun yok mu?” diye yazıyordu. Belli ki ilişkileri iyi gitmeyen çiftin yangınıydı bu sözler. Tuhaf olan, notu kadının yazmasıydı. İtiraf, kadının apar topar dışarıya çıkarmıştı. Hazmedememişti bu gerçeği. Hangi erkek ya da kadın böylesine bir ihanetin itirafını kaldırabilirdi ki?
Kadın yasak bir sevda yaşamış ve yaşadıklarının sebebi olarak partnerini suçlamıştı. Bir nevi suç bastırıyor diye düşündüm; ama gördüm ki kadın odadan yaşlı gözlerle çıktı. Üzgün olduğu her halinden belliydi. Bu sevimli çifti ister istemez düşünmeden edemedim. “Sahi” dedim içimden “Adamın hiç mi suçu yok?”
Meltem Faslı