0

 

Bu sene kış çok çetin geçmiş, aralıksız yağan kar yüksekliği yer yer bir metreye ulaşıp İstanbul trafiğini altüst etmişti. Cilalanmış buz katmanları yüzünden bir buçuk aydır evci çıkamamıştım… Düşüncelerimin içinde kaybolmuştum, nihayet Cihangir’deki konağa avdet ettik. Bahçe envaı çeşit nebatla göz kamaştırıyor, havadaki nilüfer ve begonvillerin ağır tatlı rayihası insanın başını mey içmişçesine döndürüyordu. Dövme pirinç işlemeli cümle kapısının çıngırağına henüz dokunmuştum ki kapı açılıverdi. Karşılamaya gelen halayık Mihriban’ın taşlıktaki selamlama faslına itibar etmeyip merdivenleri kucakladım. Paşa dedemin odasının kapısında sakinleşmeyi bekleyip bir kaç kez kapıyı ürkekçe tıklattım. Ses alamayınca kapıyı usulca aralayıp başımı içeriye doğru uzattım…

İkinci Abdülhamit Devri ricalinden olan, çeşitli vilayetlerde valilik yapmış paşa dedem; kuştüyü yastıklarla beslenmiş fildişi ve eski altın rengi atlaslarla kaplı geniş yatağını çepeçevre kuşatan Has Halep ipeğinden dokunup sim kordonlarla bordürlenmiş cibinliğinin altında uzun gecelik entarisi, boyunlu gece başlığıyla hareketsiz ve sükûti görünüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen üç dili anadili gibi konuşur ney, kanun ve kemanı büyük bir maharetle çalardı. Müziğe tutkusu, davudi sesiyle can verdiği türkülere vurgunluğu herkesin malumuydu. Ayrıca zamanının çoğunu ustalığının şahikasındaki hat sanatına ayıran yorgun yüreği olgunlaşmamış nar alacasındaki bir şafak vakti zafiyete uğramış, ev halkına ulaşmaya çalışırken de yere düşüp sol tarafına nüzul inmişti…

Zavallı anneciğimin doğuştan zayıf olan kalbi; ağabeyciğimin vakitsiz kaybı, paşa dedemin rahatsızlığı, lohusalığı sırasında üşütmekten mütevellit yakalandığı zatürree ile iyice hırpalanmış, lohusalık humması denilen illetin pençesine yakalanıp bitap düşmüştü… Biçare kardeşim Nusret yanı başındaki anneciğinin sıcaklığına, üç ay önce taşrada yeni vazifesine başlamış babacığının ölçeksiz sevgisine hasretti. Zavallıcık, Sütanne Gülbahar’ın bereketli sinesinden ayrıldığı vakitler emektar dadıyla, genç irisi Mihriban’ın kucaklarında serpilmeye çalışıyordu…

Yabancı dil öğrenmeye olan yatkınlığımı, müziğe olan tutkumu paşa dedemden, kitap okuma alışkanlığımı ve kırılamaz inadımı rahmetli büyükanneciğimden almıştım. Namı diyar Cansure Hatun… Konağı büyük bir ustalıkla idare eder, büyük küçük herkesin yardımına koşardı. Uzun boylu, açık tenli, iri yeşil gözlü, bir kaşı hafifçe yukarıya doğru kalkık, yüz hatları köşeli, zarafet ve asalet timsaliydi.

Tutulan mürebbiye tarafından evdeki eğitimimi tamamlamış, piyanoyu ustalıkla çalmayı öğrenmiştim. Diğer dilleri öğrenme gayretiyle yabancı bir mektebe giderek eğitimime orada devam etme isteğime büyükannem şiddetle karşı çıkmıştı:

‘’Frenk mektebine gitmekte nereden çıktı, hiç misali var mı hangi paşanın torunu gidiyor da sen gideceksin? On yaşına girdin artık gelinlik kız sayılırsın, otur evinde nakışlarını işle, çeyizini düz. Bir kadının vazifesi eşini, ailesini memnun edip boy boy çocuklarını yetiştirmektir. Zaten feraceye girme vaktinde geldi geçiyor bile… Öyle değil mi bey?’’

‘’Hanım, Gülnihal okuyacak hem de Notre Dame de Sion’da. Hiç nefesinizi boşuna tüketmeyiniz, benim kararım bu cihettedir.’’

‘’Siz nasıl münasip görürseniz öyle olsun efendim,’’ diyerek hiddetten pembeleşen yüzüne, iri yeşil gözlerine hücum eden gözyaşlarından düşen damlaları fark ettirmeden silerek bir gölge sessizliğiyle aniden icat ettiği vazifeyi yerine getirmek üzere odadan dışarı süzülmüştü…

Aile doktorumuzun tavsiyesi ve ısınan havaların mütenasipliği üzerine mekân değişikliği yapmak üzere telaşlanan evdeki çalışanlar göç hazırlığını hızlandırmış, adadaki yazlığı hazırlamaya koyulmuşlardı. Tek sorun konuşma yetisini, hareket kabiliyetini, yaşama sevincini kaybetmiş paşa dedemin bu seyahate nasıl katlanacağıydı…

***

Arnavut bahçıvan Yusufi amcayla Mihail’in; sabır ve emekleriyle yarattıkları cennetteki serin, gölgelikli köşelerden farksız bahçeyi görünce bin bir meşakkatle vasıl olduğumuz evimizde yorgunluğumuz geçivermişti. Justine teyzeyle kızı Lili tüm köşkü elden geçirmiş iyice havalandırmışlardı. Paşa dedemin ve anneciğimin taraçaya açılan sedirli odalarını gümüş mangallarda alazlanan korlarla ısıtmış, buhurdanlıklarda en iyi buhurları yakarak Büyükada’nın o doyumsuz bahar havasını evin içine hapsetmişlerdi.

Üzerimizdeki yol rehavetini attıktan sonra ev çalışanlarının günlerdir hazırladıkları yolluklara, Justine teyzenin kendi hayvanlarının sütüne kattığı sevgisiyle mayaladığı süt mamullerini, sac üzerinde pişirdiği adada bolca bulunan sirken otlu katmerleri katık ederek büyük bir iştiha ile yedik…

Çok çalışkan ve dürüst insanlardı. Evin ve bahçenin yaz kış onarımı, bakımı ile meşgul olurlar, her daim paşa dedemin himmetine mazhar olup hizmetlerinin karşılığını misliyle alırlardı. Yusufi amca daha çocukken kaybettiği dedesinin yerine koyup velinimetine saygıda kusur etmezdi. Erkeksiz ve himayesiz kalmış, hastalıklara gark olmuş ailemin durumuna pek üzülmüş, diğer işlerini savsaklayarak bizatihi paşa dedemin kişisel bakımını deruhte etmişti. Justine teyze körpe, ince, çalak vücuduyla daha önceki yıllarda haftada iki üç gün süt ve süt mamulleri getirmesine rağmen bu yaz her gün şifa niyetine taze taze getiriyordu. Bahçe içindeki bostanlıkta dalından koparılmayı bekleyen iyice şımartılmış yeşillikler her gün yardımcılar tarafından lengerlerle toplanıyor, her yemekte yeşillik yeme alışkanlığımızı ve iştahımızı körüklüyordu.

Aile doktorumuz Mösyö Albert, çeşitli bitki tohumlarını belli miktarda karıştırıp döverek içine eklediği mayi ile sulandırıp macun kıvamına getirdiği merhemi; hasara uğramış uzuvlarına masaj yaparken kullanacağımız bitki yağlarını adaya hareket etmeden önce getirmişti. Nasıl uygulayacağımı tarif etmiş, sabah akşam yaptıracağım hafif kültürfizik hareketlerini unutmamamı da sıkıca tembihlemişti. Yusufi amcaya ve benden üç yaş büyük Mihail’e aynısını tekrarlayıp gösterdim. Paşa dedem emin ellerdeydi. Bana düşen vazife sadece yemeklerini düzenli yemesine nezaret etmek, kulağına ruhuna tüm benliğine sirayet etmiş müziğin o efsunlu tınılarıyla gözlerindeki yabansı alazlanmayı, ıslaklığı bertaraf etmekti. Günün belirli saatlerinde piyanonun başına geçip bir pınar gibi coşuyor, köpüklü çavlanlar gibi yükselen, alçalan müziğin ritmiyle üzerine karlı dağlar yıkılmışçasına bir umarsızlık burgacına yakalanmış paşa dedemin çini mavisi gözlerinin şimşeklenmesini hayal ediyordum…

Okuldan ayrılırken aceleyle çantama tıkıştırdığım üç romanın birisinden her gün on sayfa okuyor, arada bir verdiği tepkilere göre memnuniyetini ölçüyordum. Bir seferinde şimdiye kadar hiç kimsenin okumasına müsaade etmediğim masalla hikâye karışımı, Reşat Nuri ağabeyimin yazdıklarına hiç benzemeyen kendi yazılarımdan bir tanesini okumak istediğimi söyledim. Memnun ve meraklı

gözlerle okumamı işaret etti. Beğenmiş miydi yoksa beni yüreklendirmek için mi beğendiğini belli etti bilemiyorum. Yazamıyordum işte! Belki de istidadım yoktu, hantal parmaklarım dost değildi kalemlere. Galiba ben yazmaktan çok okumaya sevdalıydım o zamanlar sadece…

Anneciğimin bütün vücudu kuvvetli bir rüzgâr hamlesine maruz kalmış bir yaprak gibi yangınlarla, titremeler arasında gelip gidiyordu. Sesi ve nefesi dişlerinin arasına sıkışmış, yemek yiyememe mevzuunda herkesi izaç etmişti. Emektar dadı Rabia, ağzında gittikçe büyüyen lokmaları boğazına itercesine yalvar, yakar yedirip şuruplarını, iksirlerini zorla içiriyordu. Sanki kardeşim Nusret’in yerine paşa dedemle anneciğim birer koca bebek olmuşlardı…

Köşkümüz Hristos’ta, tamamı ile çamlar içinde gölgeli ve gözlerden nihan bir köşedeydi. Beyaz boyalı, oymalı bir ahşap veranda, içinde renkli capcanlı çiçekler, ağaçlar, gölgelikler olan uzun kavisli bir bahçeyle çevriliydi. Dört tarafından deniz gözüküyordu. Tenha, durgun ve gün ışığıyla cilalanmış gibi şavkıyan bir deniz…

Dadım bir gün:

‘’Nevnihal, gelecek hafta sonu Lütfiye Halanlar ziyarete geleceklerini bildirmişler kâhya Nazmi Efendi’ye. Bilirim ne çok sevdiğini onları, sevinesin diye muştulayayım.’’ Sevinçten ne söylediğini anlayamamıştım.

‘’Dadıcığım, Lütfiye halamlar mı dediniz, yanlış mı anladım yoksa?’’

‘’Doğru dersin ay yüzlüm, Lütfiye Halanlar gelecekmiş.’’

‘’Nuri Eniştem, Reşide’ de gelecekler değil mi?’’

‘’Evet nurum. ‘’

‘’Ya! Reşat Nuri Abim, o da gelecek miymiş?’’

‘’Ne çok soru sorarsın be güzel kızım! Esas o istemiş gelmeyi. Evci çıkacakmış hafta sonu, eniştende hastanedeki nöbetini genç doktorlardan birine devretmiş. Bilmez misin ne çok hasbihal ederlerdi, tarih ve devlet idaresi hakkında gece yarılarına kadar. Eniştende muayene edecekmiş sevgili dedeciğinle, anneciğini.’’

Heyecandan pembe beyaz yüzümün lacivert iri gözlerime kadar kızardığını hissettim. Nasıl geçirecektim bir haftayı? Nasıl da göreceğim gelmişti hepsini. Ama en çok da onu!

 

Fatma Türkdoğan

Leave a Comment

İlgili İçerikler