ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Akıp giden bir nehri seyrediyormuş gibi huzur doluydu içi. Sağrısına yel değmiş tay kadar hafif bedenini bulutlara yaslamış, mavi gök altında yüzer gibi ilerliyordu. Babasının, haminnesinin, küçük amcasının kendi aralarında konuşarak biraz ilerideki kalabalığa doğru yürüdüğünün ayırdına vardı birden. Kızıla çalan uzun saçlarını arkasında toplamış, kareli gömleğine yakıştırdığı kısa, beyaz pantolonuyla oradan oraya koşan genci kendisine benzetti:
(“Hayır! Bana benziyor ama ben değilim o! Saçlarımı hiç uzatmadım, ömrümde kısa pantolon giymedim ki ben. Yoksa Burhan mı o genç? Hayırsız! Neredeydin bunca yıldır? Hasretinle yaktın, kavurdun bizi. Aynı sema altında ayrı ayrı iklimlerde coşup çiçeklenirken bir merhabayı, sağlık haberini çok gördün bizden. Seninle aramızda toprak testiden sızan buğu kadar mesafe yokken, nedir seni bunca yıldır bizden uzak tutan? Sana diyeceklerim var Burhan! Hem öyle çok ki anlatacaklarım! Burhan! Burhaan! Ben buradayım. Hadi yanıma gel! Burası neresi, niye hareket edemiyorum? Sesim yok! Bedenim yok! Ben yokum! Yoksaa!’’)
Ölüm denen göçsüz ve tek başına çıkılan yolculuğun acısını, çocuk kalbiyle sekiz yaşında tatmıştı İrfan. Küçüklüğü Anadolu’nun ara tren istasyonlarında; ortaya kurulan kocaman kömür sobasının ısıtmaya çalıştığı bekleme odasıyla, boş vagonlar ve raylar üzerinde ikiz kardeşi Burhan’la koşuşturmakla geçmişti. Babası istasyon şefiydi. İki göz odalı, sarı boyalı lojman, rayların hemen yanı başındaydı. Bu yüzden uykuları delik, deşikti. Trenin her geçişinde; öksürüğe tutulan ihtiyar tiryaki gibi sarsılan evleri çocukça korkularını tetiklerdi. Babasının son görev yeri Karaağaç İstasyonu’ydu. Makasçı olarak çalışan Muhterem amcanın oğlu Muhammed, hareket memuru Ziya amcanın kendilerinden iki yaş büyük oğlu Kerem ile vagonlar arasında akşama kadar hırsız-polis oyunu oynarlardı. Oyunlarının arasında, annesinin hislenerek söylediği türküyü duyarlardı. Niye ağladığına mânâ veremezlerdi çocuk aklıyla…
Uzayıp giden o tren yolları ahh! / Açılıp sarmayan yârin kolları Uğurlar kızları nazlı dulları / Uğurlar kızları nazlı dulları ahh! Bir beyaz mendilin sallanışını / Bir beyaz mendilin sallanışını ahh! Unutma o gece ağlayışını ahh! / Silemem coşmuşum gözüm yaşını / Uzayıp giden o tren yolları / Açılıp sarmayan yârin kolları…
Yaz mevsiminin harlı sıcağında; aile büyüklerinin ikazlarına kulak tıkarlar, rayların üzerine konan kuşları kovalamaktan vazgeçmezlerdi. Karşılıklı gidip gelen şimendiferin yolcularına ait denklerin, balyaların, çuvalların üzerine oturmak için birbirleriyle yarışmaktan çok büyük keyif alıyorlardı. Bir keresinde bir yolcuya ait yumurta sepetini devirmişler, ayaklarından bağlı iki kazı serbest bırakıp ray boyunca kovalamışlardı. Hatta ellerindeki çomaklarla bir yolcunun arpa çuvalındaki minnacık deliği uğraşa uğraşa büyültmüşlerdi. Kimseye çaktırmadan avuçladıkları arpaları; istasyon binasının arkasındaki meydanlıkta bağlı duran atların, katırların önüne dökmüşlerdi. Ceremesini ödeyen aile büyüklerinin çektiği kulakların kızarıklığı geçmeden başka bir yaramazlığın peşine düşerlerdi. Sadece Muhterem amcanın makas değiştirmesini seyrederken sessiz dururlardı nedense…
Çocukça yaramazlıklarına nokta koyup gelecek kaygılarını fişekleyen amansız bir kaza göz göre göre geldi, bir gün… Rüzgârın dumanını sağa, sola savurduğu, dönemeçleri yara yara gelen kızgın şimendiferin sesini duymuyordu Burhan… Oyuncak kamyonunu rayların üzerinde dalgın bir şekilde sürüyordu. Makinistin zamanında indirdiği fren kolunun yavaşlatıp sürüklediği demir yığını, oğlunu kurtarmaya giden babalarını ebediyen almıştı onlardan. Nihayete ermişti baş yiyen çocukça azgınlıkları…
Kendini suçlayan Burhan, o günden sonra derin bir sessizliğe büründü. Kızıla çalan kınalı saçlarının çevrelediği, çilli yüzüne yakışan masum bakışlarını yerden kaldırmadı bir daha. Yapılan telkinlerin, nasihatlerin hiçbiri kalbinde açılan yaraya merhem olmadı. Asabiye doktorunun verdiği ilaçları zamanında veren annesinin gayreti de durumu değiştirmedi. Aksi tavırlar sergiledi. Okuldaki başarısı düştü, davranışları acayipleşti. Okulu boşladı, işe girdi dikiş tutturamadı. Anneciğinin, ikiz kardeşinin tüm yalvarmalarına rağmen on beş yaşında, sanki yüreğine çöreklenmiş bu suçluluk duygusunu bertaraf edecekmiş gibi terki diyar eyledi, Burhan’cık…
Seyrek de olsa yazdığı mektuplarda, kıtalararası dökme yük taşımacılığı yapan bir gemide miço olarak çalıştığını anlatıyordu. Derdini uçsuz bucaksız ummana anlattığından, dev dalgaların koca gemiyi yerden yere çaldığında safrayla beraber zehirli düşüncelerini de dışarı attığından, ruhunun çektiği eziyetle hafiflediğinden dem vuruyordu. Arası uzayan mektuplar ansızın kesildi. Hiç yaşamamışa döndü zamanla…
Babasının vakitsiz kaybı, ikiz kardeşi Burhan’ın iflah olmaz ruh hâline bürünüp aralarından ayrılışının hüznü, küçücük kalbinde onulmaz yaralar açmıştı İrfan’ın. Tek dayanağı annesiydi. Emekli maaşına katkı sağlamak için gece, gündüz oya yapıp pazarda satan annesinin yanı başındaydı. O da çelimsiz bedeniyle taşıdığı testiden buz gibi su satıyordu esnafa. İçi zerzevat dolu küfeleri sırtlandı, çekçek arabasıyla bostan sergilerine sebze taşıdı. Sokaklarda gazete sattı. Çaycılık, bisiklet tamirciliği dâhil bir sürü işte çalıştı.
Çıtayı yüksek tutmalıydı, üç kuruşla bu değirmen dönmezdi. Başarılı bir öğrenciydi. Hayalleri, idealleri yaşından büyüktü. Girdiği parasız yatılı okul sınavlarını başarıyla vermişti ama anneciğini bırakıp gitmek, biraz olsun küllenmeye yüz tutmuş bu yüreğin ateşini yeniden harlandırmak istemiyordu.
Ortaokul diplomasını aldığı yıl girdi öğretmen okulu sınavlarına. Yatılısını kazanmasına rağmen, üç yıl vilayetteki okula gündüzlü gidip geldi. Son sınavını verdi, kapı gibi öğretmenlik icazetini aldı eline. Tayini nereye çıkarsa çıksın, tutunduğu tek dal olan anneciğini alıp bir at arabasına yüklediği göçüyle görev yerine koşmayı arzuluyordu İrfan Öğretmen.
Kuralar çekilmiş, komşu ile bağlı dağ köyüne çıkmıştı tayini. İşlemlerini ivedilikle tamamlayıp oturdukları evi boşaltmışlardı. At arabasının tahta kasasına doldurdukları üç beş pılı, pırtının yanına oturdular. Güle oynaya dağ yoluna saptılar. Yolları titretip harıldayarak gelen tomruk yüklü kamyonun sesinden ürken atlar zapt edilemez hâlde hareketlendi birden. Dengesi bozulan araba yüküyle birlikte bayırdan aşağıya çalıların, bodur ağaççıkların, sivri kaya parçalarının üstüne yuvarlandı…
Dibi balçıktan görülmeyen derin, kör bir kuyuya çekiliyormuş gibi hissetti kendini İrfan. Kulağında uğuldayan sessizliğin arkasından, gözleri kör edecek şiddette bir ışık demetine doğru yükselip tünelin öbür tarafına doğru hamletti…
Doktorunun söylediğine göre; tedavisinin bir parçası olarak uyutulan İrfan’ın uyanması bekleniyordu ama dünden kalma telaşların izleri mimiklerinde tortulanmış Burhan epey düşünceliydi… Buzlu bozkırlar kadar soğuk ve ıssız yoğun bakım odasının önünde şuursuz hareketlerle gezinmişti günlerce. Yüzleri beyaz çarşafın rengini alıp derin uykularda kaybolmuş hastaları, küçülmüş cüsselerini hayata çağıran hortumlara bağlı yaşamları, kardeşinin kıpırtısız yatışını, taş heykeller kadar sessiz niyaz ve gözyaşlarıyla izlemişti. Zamanı, mekânı unutan uykuya küskün menevişli gözleri nemli ve dalgındı. Doktoruyla birlikte; canlılığını, rengini yitirmiş bir kucak çiçek gibi yatağında yatan İrfan’ı, vehim dolu bakışlarla nefessiz izliyordu…
(“İyimser ve umutlu olmalıyım! Biricik kardeşim gözünü açınca beni görmeli karşısında ve beni tanımalı… Yılların bizden çaldığı zamanlara inat ellerimiz kenetlemeli, üçümüzün yüreği bir atmalı bundan sonra. Söz veriyorum kardeşim, hem de izci sözü… Haydi! İrfan, ben geldim bak! Acını tâ yüreğimde hissettiğim an koştum, geldim. Hadi koçum! Aç gözünü! Annemiz muştulu haberi bekliyor evimizde… İrfan… İrfan!)
“Gözünüz aydın! Hastamız uyanıyor! Burhan Bey!”
Kardeşinin belli belirsiz hareketleri karşısında; sınırsız sevgisinden yayılan enerji, yüreğindeki düğümlerin ağırlığını hafifletti. Nefesini kesen boğumlar gevşedi. Çağıl, çağıl akan derelerin, yemyeşil bereketli ovaların sesini duydu, serinliğini hissetti Burhan… İçine daldığı sessiz rüyalardan sıyrılıp hayatla yeniden yüzleşmeye hazırlanan İrfan’ın kıpırdanışlarını görür görmez, yanakları pembeleşen Burhan coşkuyla haykırdı:
“İrfan! Kardeşim!”
Adının söylendiğini duyan İrfan, gözkapaklarını yavaş hareketlerle aralamaya çalıştı. Acemice çabaları netice vermiş, güçlükle gözlerini açmıştı. Odayı civelek harelerle dolduran gün ışığından rahatsız olmuş gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Boş ve manasız nazarlarla etrafına bakındı. Puslu gözlerle, yatağın başında duran iki karaltıya baktı uzun bir süre… Kısa kesilmiş kınalı saçları, çilli yüzüne yakışan bıyık ve top sakalıyla çok eskilerden tanıdık bir yüz ağlamaklı bakışlarla kendine bakıyordu…
Aniden gözlerinin önünde bir pencere açıldı… Rayların üzerinde gamsızca hırsız-polis oyunu oynayan çocukları gördü… Kuş kovaladıklarını… Katırlara avuç, avuç arpa taşıdıklarını… Zemheride saçaklardan sarkan buzları sopalarla düşürdüklerini… Anneciğinin gözleri dola dola söylediği türküyü… Kızgın boğa gibi gelen şimendiferin kulakları tırmalayan fren sesini… Burhan’ı kucakladığı gibi ötelere savuran babasının tekerlekler arasında sürüklenişini… Kardeşinin aralarından ayrılışını… Pazar yerindeki telaşları, aldığı diplomayı, görev yerine giderken annesiyle olan sevinçlerini… Bayırdan aşağıya savruluşlarını…
Gözlerini kardeşinin gözlerine kilitleyip mırıldandı usulca:
“Burhan! Kardeşim!”
Fatma Türkdoğan