KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
“Sanat Enstitüsü’nü bitirdiğim yaz askere gittim.” dedi Aydın. “İstihkâm çavuş yaptılar. Vur patlasın çal onasın, çabucak bitti askerlik. Bu arada babamın işyeri kapanmış. Almaz olaydım tezkereyi. Az daha uzasa askerlik sürüneceklermiş annem babam.”
“Kardeşlerin…”
“Ailenin tek çocuğuyum Salih Tahir.”
“Anladım.”
Birkaç saniye gözlerini karşı duvara dikti, belli belirsiz bir iç geçirdi. Başını çevirdi, “Ya, dimi yani!” dedi,
Pek anlamamakla birlikte son sözünü başımla onadım.
“İş aramaya çıkmıştım, ama bütün kapılar yüzüme kapanmış gibiydi. Kaynakçıydım, ne demir doğramacılar ne tenekeciler ne de demirle ilgili atölyeler… Hepsi tam doluydu sözüm ona. Ara sıra ufak tefek yevmiye çıkıyordu. Aç değildik, ama tok da değildik…”
“…”
Yine içini çekti, “Bu böyle gitmezdi ama dimi mi yani.”
“…”
Onamamı beklemedi bu kez. “İlk devre Alamancı bir akrabamla karşılaştım, küçük sanayi sitesinde iş baktığım gün. Lokanta işletiyor. Beni dinledi, dinledi, ‘Almanya’ya gitsene’ dedi, ‘tahsilin var, mesleğin var, bir aya kalmaz çıkar.’ Ne diyeceğimi şaşırdım, yüzüne bakakaldım Alamancı Deli Şakir’in.”
Ben de en az Aydın kadar şaşkındım.
“Abdal Yoran derlerdi Şakir’e…”
“Ne?”
“Beş altı yaşlarındayken, bir düğünden anımsarım Şakir’i. Sonradan öğrendiğime göre köyün en haylaz delikanlısıymış. Evine ayda yılda bir uğrar, köy köy gezermiş, ‘nerede çalgı, orada kalgı’ yani. Özel olarak çağırırlarmış onu. İki şişe şaraba, ‘dur’ dense bile düğün boyu oynarmış. Bundan dolayı ona ‘Abdal Yoran’ demişler…”
İlgiyle dinliyordum Aydın’ı. Serumun akıp akmadığına baktı. Kalçalarını düzeltti.
“Ee.” dedim.
“Yahu Salih Tahir, dedikodulardan anlayabildiğime bakılırsa Abdal Yoran bir ara kaybolmuş, ama kısa sürede Almanya’ya gittiği anlaşılmış. Her bayramda anımsadığım, kuş tüyü takılı fötr şapkasını alnına doğru kaldırıp başımı okşayan, sarı takım elbiseli, elime bir külah akide sıkıştırıveren tuhaf adam meğer oymuş. Mahmut Ağabey’im ile iyi arkadaşlarmış da ziyarete gelmiş, Almanya izninde…”
“…”
Biraz daha doğruldu Aydın, başını yastığa dayadı, “O günden beri tanırım Şakir’i. Ne garip dimi, köyün delisi adam olmuş, gelmiş bana yol yordam gösteriyor yani.”
Serum bitti, hemşire butonuna bastı ve sustu. Sözünü bitirdiğini sanmıyorum Aydın’ın. İnsan kendi öyküsüne başlamaya görsün kesinkes sonunu getirmek isterdi. Çağrıdan hemen sonra gelmezdi hemşire, çoğunlukla üç beş dakikaya sarkardı. Eğer başka koğuşlarda bir olay olduysa kapıdan bakar, ‘biraz sonra geleceğini’ söyler, dakikalar geçer, bir türlü gelmezdi. Zayıf, sevecen, orta boylu, uzun saçlı hemşire bu kez, daha dakika dolmadan Aydın’ın serumunu söküp götürdü.
Kemoterapiden sonra alacağım başka ilaç yoktu, Aydın’a da başka bir şey bağlanmazdı olasılıkla. İkimiz de rahattık artık. Eşim dışarıya çıkmış, komşunun eşlikçi kızı da öğlenden sonra gelecekti.
Aydın, “Balıkesirliyim ama İstanbul’da yaşıyorum” diye söze başladı, “yani emekli olalıdan bu yana. Bir arkadaşa uyup bir daire almıştım, Almanya birikimiyle, tatillerde kalırdık çokça.” Durdu, yutkundu, “İyi etmişim yani dimi. Ha unutuyordum az kalsın…”
‘Neyi’ der gibi yüzüne baktım. Bir öngörüm vardı elbet, hemşire çağırdığı sırada başlayacağı Almanya’ya gidiş eksik kalmıştı sanırım. “Evet.”
“Bir gün önünden geçerken iş olsun diye giriverdim İş ve İşçi Bulma Kurumu’na. Gerekli olur diye yanıma diplomamı da almıştım. Karşıma çıkan memura ‘Almanya’ya gideceğimi’ söyledim. Daha istemeden memurun önüne kimliğimi ve diplomamı sürüverdim. Adam, bir verdiklerime bir bana baktı, ‘tamam, neden olmasın’ demesin mi?”
“İlginç.”
“Adına ‘form’ dediği bir şey verdi, ‘dikkatlice doldurmamı’ istedi. Kendisi de nüfus cüzdanıma ve diplomama baka baka bir şeyler yazdı, başka bir kâğıda. İki evrakı uzattı, imzaladım ve kurumdan çıktım.”
“Ee!”
“Unutmuş gitmiştim İş ve İşçi Bulma Kurumu’nu. Çapa yevmiyesinden döndüğüm bir akşamüzeri babam bir zarf uzattı, ‘sana gelmiş’ dedi. Adımın sol tarafında kurumun amblemi vardı. ‘Olur mu olur’ dedim içimden. Az biraz heyecanlı, zarfı açtım. Bir çağrıydı bu: ‘Almanya isteğimin kabul edildiği, belirtilen günde kuruma uğrayarak işlemlere başlamam’ isteniyordu. Çoğu işsizin arayıp da bulamadığı bir olanaktı bu, ama annem babam n’olacaktı o zaman, ha dimi. Ne sevinebildim, ama ne de lakayt kalabilirdim. Bana muhtaç iki insan merakla yüzüme bakıyorlardı. ‘Bir şey değil’ dedim, yalnızca babama dönüp. Düşünmem için zamana gereksinim vardı ve bir yolunu bulacaktım anne babamın bakım işinin.”
Nedense, bir an anlattığı şeylere ilgi duyduğumu gösterme isteği duydum, “Buldun mu bari?”
Gülüverdi soruma, önce ‘alay mı ediyor benimle’ diye düşündüm ve yüzüne dikkatlice baktım. Olamazdı kesinkes, öylesine içten, öylesine sevecen bir hali vardı ki! “Bakın” dedi, “inanmayacaksınız ama bu sorunu da Deli Şakir çözdü.”
“Deme.”
Dudaklarında hâlâ az önceki gülüşün çizgileri vardı , “Ertesi gün” dedi, “teşekkür etmek için Deli Şakir’in lokantasına gittim. Sabah servisi bitmiş ve öğlen hazırlıklarına başlanmış olmalı ki bir masaya döktüğü maydanozları ayıklıyordu selam verdiğimde. Hafifçe doğruldu, yandaki sandalyeyi işaret etti. Oturdum, hoşbeşten sonra ‘Almanya işinin çıktığını’ söyledim, teşekkür ettim. Hiç beklemediğim biçimde elindekileri masaya attı, bir kahkaha patlattı. ‘Yaşasın’ dedi, ‘köyün bir delisi daha geliyor, hazır ol Alamanya’ diye bağırdı. Bana deli diyene ilk kez tanık oluyordum, bir anda apışıp kaldım, ne diyeceğimi bilemedim, dilim damağım kurudu sözüm ona.”
“Vay!”
“Vay dimi, yani! Şakir yine bir anda susuverdi. Bana doğru eğildi, ‘ulan n’olacak anan baban o zaman?’ dedi, ‘Hiç düşündün mü?’ Düşünmüştüm, ya gidecek para gönderinceye kadar aç kalacaklardı yaşarlarsa ya da birinden borç bulup…”
“Ya!”
“Öyle dimi yani Salih Tahir, ne yapsınlar zavallılar…”
“Öf be!”
“Öf ki öf! Deli Şakir kulağıma neredeyse eğildi, ‘bana bak’ dedi, ‘sana ben borç versem…’ Sen ol da apışma gene, dimi yani.”
Bu kez camı gönülden onadım Aydın’ı, “Gerçekten.”
“Şakir’e teşekkür bile edemedim şaşkınlığımdan. Yine kulağıma fısıldar gibi ‘iki aylık ihtiyaç ne ise canım’ dedi, nasılsa adresine gönderirmişim. Yahu utanmasam sarılıp ayaklarından öpecektim Deli Şakir’in. Ne biçim yazgı bu be, dimi yani! Olacak şey değil, köyün delisi hem yol yordam gösteriyor, hem elimden tutup ayağa kaldırıyordu beni…”
Ben de en az Aydın kadar şaşkındım, “Ya!” demekten kendimi alamadım.
“Ya, dimi yani!” dedi aydın, “Ertesi gün kuruma uğradım, evraklarım hazırlandı. Ancak daha çözmediğim bir sıkıntım daha vardı: Anneme ve babama isteğin çıktığını, Almanya’ya gideceğimi nasıl diyecektim? Aklıma geldikçe içim sıkılıyor, ‘razı olmazlarsa’ diye düşündükçe afakanlar basıyordu inan ki…”
Öyle kaptırmıştım ki öyküye kendimi, Aydın’ın sözünü kestim, “Ne yaptın da…”
“Bak Salih Tahir, gene şaşıracaksın ha! Bunu da Şakir halletti.” Yutkundu, “Ne adam dimi yani!”
“Ya! Gerçekten…”
Şencan’dan farklı Ongun’a daha yakındı Aydın’ın durumu.
Orta yaşlı, sarı boyalı saçlı kadındı eşlikçisi. Eşimle art arda girdiler koğuşa.
‘Geçmiş olsun’ girişinden sonra Aydın’ın tanıştırmasına fırsat vermeden çabucak iletişim kurdu bizimle. Adı, Oya’ydı, anlaşıldığına göre babasına bakabilecek tek kişiydi. Beş, en çok on dakika sonra eşime hem babasının, hem kendi öyküsünü döküverdi. İzmir’de yaşıyormuş ve iki kızı varmış. Biri bu hastanede hemşireymiş. Babasının kolon kanseri teşhisi İstanbul’da konmuş. Onca ısrarına karşın bir türlü yanına getirtememiş. Kolon tedavisi olumlu geçmiş, ancak bu kez akciğerde rahatsızlığı başlamış. Ayrı bir tür ya da metastaz olup olmadığı bir süre saptanamamış. Genetik araştırma sonuncu atlama olduğu tanısı konmuş. Oya, bu kez gitmiş, babasını zorla alıp gelmiş.
“Ama” dedi Oya, “en büyük sıkıntıyı babamın ishalinde yaşadık.”
“Allah Allah!” dedi eşim.
Oya, “Kanserden tam kurtulduk derken, iki ay çektirdi babacığıma.” dedi, Aydın’a dönüp gülümsedi, sanki onay ister gibiydi bakışları.
“Ee.”
“Annem az biraz bitkiden gelen şifaya inanır. Ta çocukluğumuzdan beri çeşit çeşit bitki çayları içirirdi bize, o olayı babama yaşattığı halde bırakmış da değil.”
“Ne yani?” diye sordu eşim.
“Aklına çörek otunu taktığını bilirdik, ama birileri otun yağına inandırmış anneme. Babama yarım fincan içirmiş.” Aydın’ı başıyla gösterdi, “Bir saat içinde ishal etmiş koca adamı. Geçer diye beklemişler, olmamış, hastaneye yatırmışlar babamı. Doktoru iki ay uğraştı ishalle. Tamam da on beş kilo vermesine sebep oldu ama.”
“Deme.”
“Bir gün annem elinde ufak bir pet şişeyle hastaneye gitmiş. Ben o gün hemşire olan Aşkın kızımın diploma törenine gitmiştim.”
Aydın, iki kez öksürdü, doğruldu. Olası Oya’ya bir göndermeydi bu. “Gerisini” dedi, “istersen ben anlatayım kızım.”
Oya, “Olur babacığım.” dedi, eşime dönüp gülümsedi.
Aydın, “Kırmızı bir şurup vardı pet şişede.” dedi, “Karım benim için özel olarak hazırlamış. İshali bu kesmese hiçbir şey kesmezmiş. İşte, yine bir bitki suyu ile karşı karşıyaydım. Reddetsem alınır, gönlü incinirdi; kabul etsem başka bir usarenin ceremesini iki aydır çekiyordum. Yani iki arada bir derede, ne diyeceğimi bilemedim. Karım, daha olurumu almadan şişeyi açtı, cebinden bir çorba kaşığı çıkardı, kahverengi sıvıyla doldurdu, ağzıma dayadı.”
Eşimle Aydın’a bakakaldık.
“Basbayağı nar tadındaydı içtiğim şey, ama biraz yağlı gibiydi sözüm ona. ‘Tamam’ dedim ‘Asiye’ye, nar pekmezi bu, ya yağlıca şey ne?’
“Gülüverdi Asiye, ‘birini bildin’ dedi, “ötekini de sen bil.’ Ne bileyim ben! Hazırlayan değilim ki… Hoş hepsi bir kaşık bir şeydi, bilmesem de olurdu. Çörek otu yağından ishal olsam da yaşıyordum işte dimi yani. Öldürecek değildi ya. ‘Hık’ dedim Asiye’ye, ‘bilemedim, de gayrı kız.’
Oya, bir kahkaha attı.
Aydın, kızına ‘alay etme’ der gibi baktı ve bize döndü, “Karım” dedi, “yüzüne çok ciddi olduğu zamanlardaki tavrı yükledi, dudaklarını büzdü, ‘çörek otu yağı’ deyiverdi… Öf be! Bir anda bütün kanım beynime sıçradı. Bağırmak, Asiye’yi yerin dibine batırmak için ağzımı açtım…”
Eşimle aynı anda “Ya!” dedik, Oya gülümserken.
“Birden aklıma geliverdi, ‘Allah yardım etti’ diyelim isterseniz, ağzımı kapattım. Ne yaparsa yapsın Asiye, dayandığım en sağlam direğimdi. Yatağa yaslandım, doğrusu neredeyse büzüldüm kaldım. ‘Sağ ol canım’ dedim, duydu mu duymadı mı hâlâ emin değilim.”
Karım, “Sonra?” dedi, ilgiyle.
“O andan sonra bir daha tuvalete çıkmadım.”
“Ne! Nee…” dedik karımla.
“Gerçekten öyle.” dedi Aydın, sırıtıp duran kızına bakıp, “yalan söyleyecek değiliz ya dimi yani!”
“Yani.”
Doğru ya, adamın yalan borcu yoktu ki bana ve eşime. Şaşılacak bir olay, ama üstüne üstlük bir de onaylatarak inanmaktan ya da inanmış görünmekten başka bir çıkar yol bırakmamıştı Aydın.
İshal öyküsünün ardından Oya ile eşim koyu bir söyleşiye daldılar. Biz de boş duracak değildik hani, hemen onları takip ettik. Aydın, döndü dolaştı, sözü hastane disiplinine getirdi. İstanbul’da yattığı özel hastane ile bu hastaneyi karşılaştırmaya başladı.
Burada kurallara pek uyulmuyormuş. “Hoş” dedi, “memleketin hiçbir yerinde kural mural tanıyan yok ya… Neyse, ama Almanya’da hiçbir zaman böyle şeylerle karşılaşmazsınız.”
Daha bir konuşsun diye, “İlginç!” dedim.
“Herkes işini bilir ve tam yapar.” dedi Aydın ve sözünü sürdürdü: “Bakın şu koridordan gelen seslere! Hastane mi sokak mı, belli değil. Yahu burada hasta yatıyor dimi yani! Almanya’da iki kez ayrı ayrı hastanelerde yattım, birinde fıtık, birinde apandisit ameliyatı için. Böyle iki kişilik, üç kişilik koğuş yoktu ikisinde de. İşçiye de patrona da aynı muamele yapılıyordu yani. Sabah akşam çarşaflar, kılıflar değiştiriliyor, günde iki kez odalar tertemiz yapılıyordu. Burada… Öf! Baksana, iki gün oldu, hâlâ çarşaflar değişecek…”
Olası Almanya böyleydi, ancak bu hastane de tertemizdi. Çarşaf değişimi bugün aksamış gibiydi, ama daha akşama çok vakit vardı. Pek gürültü var denemezdi, ara sıra hemşirelerin bulunduğu yerden gelen ad çağırmalar dışında.
“Öf!” dedi, yine Aydın, “Haydi geçelim hastaneyi… Yahu insan kaldırımda yürümekten korkuyor bazen dimi yani! Direksiyon başına geçen kendisini padişah sanıyor, ne kural tanıyor, ne de insan varmış, umurunda değil trafikte. Kimi kaldırıma çıkıyor, park yapıyor, kimi yaya geçitlerinde kör oluyor, ışık mışık görmüyor. Kaç kere kazadan kıl payı kurtuldum biliyor musun Salih Tahir, vazgeçtim yaya geçitlerinden, kaç kere kaldırıma park yapmak isteyen bir arabanın altında kalmaktan…”
Oya, araya girdi, “Baba” dedi, “Turan abimgil ne zaman gelecekti, iki gündür görüşemiyorum da”
Aydın, ‘neden’ der gibi baktı Oya’ya, ama soruyu hemen yanıtladı: “Ağustosa kızım.”
Oya, eşime döndü, “Ben demedim mi?”
Aydın, bana bakıp gülümsedi, “Bizim büyük oğlan.”
Belli ki bir de küçüğü vardı, “İki oğlan bir kızınız ha, sanırım…”
“Aynen.” dedi Aydın, “Yahu nasıl bildin?”
Ben de gülümseyerek yanıt verdim, “Yani, ‘büyük oğlan varsa, bir de küçüğü olmalı’ diye düğündüm. Oya Hanım malum…”
“İyi fikir ama! Ha, küçüğü de Almanya’da. Büyük oğlan Turan, teknik okul bitirdi, Almancası iyi olsaydı, belki mühendis olurdu. Bir Alman kızla evlendi, iki torunumuz oldu.” Garip bir burukluk vardı sesinde, “Ama küçüğü Turgut Almancayı iyi söktü. Üniversiteye gitti, mimar oldu. O, mimar bir Türk kızı ile evli. Bir torunumuz da ondan var…”
“Ya sizin Almancanız?” dedim.
“Eh” dedi Aydın, “günlük ihtiyacımı karşılayacak kadar…” Yutkundu, “Bir türlü sökemedin bu dili Salih Tahir.”
Almancayı öğrenemediği için üzüldüğü her halinden anlaşılıyordu, “Ben de” dedim ve doğal olduğunu göstermek amacıyla ekledim, “İngilizceyi bir türlü sökemedim.”
Gülüştük. On yıl olmuş döneli. Uyum sağladığı Alman disiplini ile Türkiye’deki kural dışılığın arasında bocalayıp kaldığı belliydi. Genelde ne Almanya’ya ne de döndükten sonra Türkiye’ye yaranamayanlara Alamancı terimi kullanılır. Aydın ise yarı Alamancı gibi bir karakterdi sözüm ona.
Şaban Şimşek