SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Kahraman anlatıcım yine radyoda en güzel parçalarını benim için çalıyor. İçim içime sığmıyor; kuş oluyor uçuyorum sanki. Bulutların üstünde koşuyorum müzik notalarına basa basa. Bir düş mü yoksa çocukluğumun türküsü mü ayırdına varamıyorum. Ege türkülerini sevdiren babamın sarhoş halleri aklımın ucuna takılıp kalıyor. Ayaklarımı ritme uyduruveriyor. Kollarımı açıyorum kartalın kanatlarını açması gibi. Babam kadar heybetli görünmesem de kotarıyorum dansımı. Babasının kızı diyenleri mahcup etmiyorum. Adımlarımı saya saya ‘çökertme’ yi geçiyorum. Hiç zor olmuyor. Eh, ne de olsa her haliyle babasının kızı işte!
Tanrım! Maviliğin esrikliğinden yeşil çimenlerin arasına konuveriyorum. İçimde yaşayan mavi gökyüzüne dair özlem, çörekleniyor yüreğime. Yanı başımda havalanan bir kırlangıç şiirini okuyor:
“ …
ve ben seni özlerim
elim, kolum düşer gözlerimden
Yarınlarımı arar da bulamam
ayak izlerinde
kaybolurum, yok olurum
sesinde, gönlünde, gülüşünde
çok , çok uzak …
bir çiçeğin kokusunda
toprağa karışmış bedenlerde belki de
bulamam kokunu, sesini
nafile arayışlar
… ”
Sonsuzluğa kanat çırpan kuşlara eşlik ediyorum kırlangıcı çimenliklerde bırakarak. Şiiri, acıtıyor kalbimin bir köşesini, sızıyor hiçlik duygusu; damlayamıyor. Yalnızlık yankılanıyor her bir köşede. Sürgünüz bu gökyüzünde kanatlarımızla. Her birimiz yol aldıkça bulutların ardına, canımız kafeste kalıyor canana uzak. Can ki her an haykırmakta tamburun sesiyle…
Yaşayamam derken mavi- gri semalarda sensizlikten sonra, hiç bekleme beni diyorum. Artık soru sorma… Hiç soruluk hakkını da kullandın. Gelmesen de yaşıyorum; ‘gelmeyeceksin zaten’ bilincimin eleğinde hâlâ… Ey gözlerine bakmaya kıyamadığım ince bakışlı sevdiceğim diyemeden ellerini usumda sakladığım İstanbul yüzlüm! Rüzgâr arası molalarda beni neden sevmediğini merak edemeden duramıyorum. Kaç rüzgâr mevsimi, kaç göç geçti sensizlik içinde, biliyor musun? Buluta astım resmini; en güzel mevsimimize ait pembe kalpli buluta. Darmadağın kalbini toparlamadan dağılan bulut yanıtlayacak sana dair sorularımı; senin cevapsız bıraktığın, yüklemsiz sıraladığın ardı arkası kesilmeden yuvarlanan sözcüklerinin anlamını…
O Sabahın ilk saatlerinde yollara düşmüştük seninle; sen bir deniz ben bir derya. Paltonu yanına almayı unutmuştun nedense; telaştan mı unutkanlıktan mı bilemiyorum. Senin için önemi de yoktu. Kanatlarını açıp süzülmek geliyordu içinden mavi gökyüzünde. Bir kuş kadar özgür olmak vardı diye düşünürken, “kuşlar gerçekten özgür mü?” diye soruvermiştin. Kuşlar özgür müdür? Özgür olmak ne demekti? Sabahın bu saati için uygun olmayan sorular ikimizi almış götürmüştü ada vapuruna… Vapurda yan yana oturmuş ama elini tutmamıştım; gözlerimde gözlerini aramış, ancak koltuğun arkasına yazılmış mısralarda bulmuştum mai bakışlarını.
“kurumuş ağaç dalına takılmış kalbim,
elleri mavi göğe uzanır
bir tutam sevda derdim gönül bahçenden
rüya gibi savrulan yaprakların arasında
kır çiçekleri, solmuş iki aşk
biten ömrün verandasında asılı”
Bir bakıştı yokluğun; notası unutulmuş eski bir şarkının mırıldanmalarında saklı adın. Ve fakatlar ile bağlı cümlelerde yaşadığımız deryanın denizi… Girdabında kaybolan an’ları/n/mız…
‘Sizin İçin Seçtiklerimiz’ köşemizin bugün de sonuna geldik sevgili dinleyicilerimiz. Bir sonraki… Şimdi sırada kanun taksimi …”
Şarkılardan fal tutmak olsa gerek; an, aşk, mazi…
Derya Balcı