Hava soğuktu. Kar yağıyordu.
Kedilerin, köpeklerin, dondurucu soğuğa dayanamayarak sığınacak bir yer bulup,
sokakta olmadığı saatlerden biri yaşanıyordu. Lafın tam anlamıyla İstanbul
sokakları buz kesiyordu. Sokak lambalarının ışığına düşen kar taneleri,
süzülerek yere inerken, yerdeki kar kalınlığı giderek artıyordu. Bir müddet
penceremizin camındaki perdeyi aralayarak izledim dışarıda olanları.
Sıcacık odanın içinde, biraz önce eşimle
yaşadığımız tartışmanın yüzünden karşılıklı sessizliğin egemen olması nedeniyle
kendimi yapayalnız hissettim. Can sıkıntımın seviyesi tavan yaptı bir anda.
Kendimi dışarı atmasam olduğum yerde ölüp kalabilirdim. Çünkü kalbim sıkışmaya
başlamıştı. Sessizce kapıyı çekip çıktım. İçerde ki yalnızlığım takip etti.
Ellerim cebimde, paltomun yakası kalkık, beyaz karların üzerine botlarımın
izlerini koyarak yürüdüm. Amaçsızca salladım, ayaklarımdan birini. Buz gibi
soğuğa tekme attım. Sokağın sonuna yaklaşıyordum, beynimde deli düşünceler,
geceyi nasıl sonlandıracağımın hesabını yaparken, karşı kaldırımda, yanıp sönen
yazı dikkatimi çekti. Kırmızı ile yazılmıştı ve göze çarpmaması imkânsızdı. Ah
işini iyi yapan reklamcılar, panoyu hazırlarken san ki benim bu saate sokakta
olacağımı daha önceden biliyorlarmış gibi davranılmışlardı. Helal olsun.
Ne mi yazıyordu? Ona geliyorum şimdi.”
Sorunlarınız için buradayım. Tam bana göre dedim. Bu tabela tam bana göre.
Gidip, sokağın sessizliği, gecenin soğuğu ile paylaştıklarımı birde
içerdekilerle paylaşmanın bana ne zararı olabilir ki diye düşündüğümden yönümü
değiştirdim.
Ne zararım olurdu ki? Bulunduğum
kaldırımı, karşı kaldırma geçmek için terk ettim. Dönüp geriye baktım değişen
bir şey yoktu. Birkaç dakika öncesi şimdiki arasında bir ben eksiktim
ayrıldığım kaldırımda. Karşıdan gördüğüm yazının tam altındaydım. Tabelanın
asılı olduğu dairenin kapısının önünde birkaç dakika bekledim, üç adım ileri
beş adım geri attım, girsem mi girmesem mi diye bir an düşündüm. Yazıyı yeniden
görecek kadar geri çekildim az önce gördüğüme ilave olarak bir kelime daha
eklenmişti sanki.” Sorunlarınız…”
Sokağa çıkarken görmediğim bir kedi hızla
geçti önümden, belli ki ayaza geceye, yağan kara aldırmamıştı ve benim gibi bu
saatte sokaktaydı. İkinci bir kedi nereden çıktığını görmedim, birincinin
arkasından koştu. İkisinden biri bir ses çıkardı, kedi sesine benzemeyen,
soğuğun hırpaladığı belliydi bu seste. Kedi sesinin birkaç türlüsünü tanırım.
Mart’ta başka olur, yazda başka olur.
Evden çıkarken yaptığım gibi karşımdaki;
kenarları pas tutmuş, demir kapıyı sessizce iteledim. Yanıp sönen yazının ışığı
karanlık koridora düştü ilerisi zifiri karanlık göründü. İkinci bir geriye
dönme duygusu yapıştı yakama ama içimdeki bir ses, görmedin mi ne yazıyordu? “Sorunlarınız…”
diye çıkıştı. Demir kapıyı yavaşça
kapattım. Sokak dışarıda kaldı ben içerde, sokakla aramızda kocaman bir demir
kapı vardı şimdi.
Beni karanlık karşıladı. Hem de zifiri
karanlık. Yavaşça ilerledim. Göz ardı görüntüleri oluştu gözlerimin arkasında.
Siyah beyaz kareler uçuştu. Şimdi önümü değil kafamın içini görüyordum.
Botlarımı düz zeminde sürüdüm. Botumun ön kısmı merdivenin birinci basmağına
değdi. Merdiveni bulmuştum. Etrafımdaki zifiri karanlığın rengi değişik bir
karanlık tonuna değişti. Basamakları çıktım. Sarı renkte ki ışık bilmiyorum kaç
basamak çıktıktan sonra yandı, ama yandı. Kapı zilinin üstünde yazan yazıyı tekrar
okudum. Aradığım adresti. Zile bastım.
Kapı açılınca, beni bekliyormuş gibi sıcak
karşıladı içerdeki bayan. Kapıyı hızlı kaptım. Evden arkamdan çıkan yalnızlığımın
bu kapıdan girmemesini sağlamaktı amacım. Şimdi dışarıda, soğuk, kar,
yalnızlığım kalmıştı. Kurtulmuştum.
Gösterilen koltuğa oturdum. Kırmızı
koltuktu. Bu kırmızı koltuğu daha üstüne otur oturmaz sevdim. Karşımdaki
bayanın acelesi varmış gibi başladı konuşmaya.
“Adım Melek. Sizin ki de yanılmıyorsam,
Sermet, öyle değil mi?”
Hemen fırlayıp koltuktan kalkmak geçti
içimden. Adımın bilinmesine içerlemiştim. İlk defa geliyordum karanlığın
bitmesinden sonra, ışıklı bir odanın içine girer girmez adımın bilinmesi beni
fena etkiledi. Ama yalnızlığımı unutacak değildim. Tekrar oturdum yerime.
“Evet,” dedim. Adım Sermet ama…”
“Anlat bakalım, koca Sermet,” yüksek sesle
gülerek,” köpeğin, kedinin bile dışarıda olmadığı bu saatte kendini neden,
karların kapattığı kaldırımlar da yürümeye mecbur ettin. Yoksa…”
Bir şey söylemek için dudaklarımı oynattım.
Elini dudaklarına götürdü, tıpkı hastane duvarlarında çok gördüğüm sus işareti
yaptı ve devam etti.” Beni dinleyeceğini biliyorum. Senden öncekilerde senin
gibi geldiler. Hep yalnız kaldıklarında. Ama beni görünce…”
“Yalnızlıkları bitti öyle mi?”
“Seni dinliyorum” deyince başladım.
Anlamsızlığın, anlamına
inanmışlığı silip atmadan, geriye doğru yürümek, yaşanılmışları, yaşanmamış,
sayabilmek ve yeniden hayata doğa bilmek. Olduğun zamana daha gerilerden
bakmak. Maziyi özlemeden, karanlığın yumuşak boşluğuna koşmak. Bulunduğun
zamana takılı kalma korkusundan uzaklaşmış olarak. Acılardan, sorunlardan uzak
yaşama bencilliğine tutulma tutkusu ile dopdolu. Görünenin dışında olmak,
düşüncelerin tam ortasında kalmak. Bu saydıklarımın hepsi bir yanılgı olsa
gerek.
Sır olmak, Gizemleşmek insana mahsus. Her
şeyin ortasında dolanıp durmak. Bir türlü ilke ve sona varamamak. Kısır
döngülere düşüp bir türlü alışılmışları yaşama veya yaşayamamışlığı yaşama.
Yılları takvimleştirerek büyümek. Çok saçma
değil mi?”
“Saçma tabi.”
“Sahi melek hanım siz beni nerden
tanıyorsunuz. Beni hiç kimse tanımaz diye biliyordum.”
“İlahi Sermet Bey siz kim tanımaz ki?”
“Kim tanır bilmem ki?” Bunu deyince oturduğum
kırmızı koltuğun önündeki sehpanın üzerinde üst üste yığılı dergiler dikkatimi
çekti. Buda mı tesadüf demekten kendimi alamadım. En üstte aylardır yazı
yazdığım dergi vardı. Gözlerimi takip etmiş olacak ki yeniden söze girmek için
bir cümle kurdu.
“Anlatmamı ister misiniz?” Başımı salladım.
Sizi yazdığınız yazılardan herkes tanıyor
Sermet Bey. O kadar dokunaklı yazıyorsunuz ki anlatamam. Bu hayatta kalabalık
için yalnız olan çok insan var, siz bunların en iyi örneğisiniz. Günlük hayatta
birileri ile konuşamayanlar kendi iç dünyası ile konuşur. Bu konuşmayı en iyi
sizin gibiler yapar. Bu gördüğünüz dergiyi sırf sizin yazılarınızı okumak içi
alıyorum. Bu yazılarınızdan hastalarımıza örnekler okuyorum. Bana çok
yardımlarınız oluyor. Size teşekkür ederim. Sizi görmeyi tanımayı çok
istemiştim. İçimdeki bir ses acele etme Sermet Bey mutlaka size gelecek
diyordu.”
“Yani içinizdeki ses haklı çıktı öyle mi?”
“Öyle. O kadar muhteşem yazı yazıyor, insanın
iç dünyasını anlatıyorsunuz ki anlatamam. Bir insan kendisiyle bu kadar
mükemmel konuşur. Keşke bu konuşmalarınızı dış dünyanızla da yapsanız?”
“Suçlu muyum Melek Hanım?”
“Az önce kurduğunuz cümleleri yeniden
kuramazsınız mesela. Çünkü bana üstünlük sağlamak için arka arkaya uydurdunuz.
Kimse kimseden, ben senden, sen benden üstün değiliz.” Suskunlaştım,
söylediklerinin anlamı vardı ama ben düşünmemiştim, dediği gibi kendimle
konuşuyor, kendimi mükemmel sanıyordum, oysa melek hanım beni çok daha iyi
tanıyormuş.
Ayağa kalktım, kapıya yöneldim, anlıyorum
dedim.
Anlıyorum.
İsmet Aci
Related
Kimse kimseden üstün değil ve hatta ne kadar aciz varlıklarız.. kaleminize sağlık detayları çok beğendim