0

Huzur yeryüzüne niye eşit dağılmaz ki? Zulme yenik düşer hep mutluluklar… Ama niye? Kınalı kuzularım, Sarı Seçil’im… Servi boylu Mert’im. Beni anlamanızı isterdim şimdi… Sizlerden ayrılmak beni üzmedi sanmayın, sakın.

Darmadağın hissettim kendimi… Böyle olmasını istemezdim.  Olmadı… İstediğim gibi gitmedi hiçbir şey. Özgür olmayı beceremedim. Hiç kimsenin görmediği ancak sadece benim gördüğüm gözlerle örülü bir kafesin içinde yaşadım hep. Baskılar ve mecbur bırakılmalar beni çok yordu. Kanatsız kelebek gibiydim. Doğduğumdan beri kanatlarımı fark etmemem için uğraştılar. Kimler mi? Sözde dört dörtlükler! “Yazgını yaşa,” deyip durdular. Eminim yanımda duran kadının yaşamında da benzer şeyler olmuştur. Kim o? Bilmiyorum. Ben de bugün karşılaştım. Aynı yolun yolcusuyuz nasıl olsa, tanışırız elbet.

Yolculukları hep sevmişimdir. Kısa ya da uzun hiç fark etmez. Hiç unutmuyorum bir gün, Gülhane Parkı’nda dolaşırken yaşlı bir çift görmüştüm. Giysileri eski püskü idi. Kadın tekerlekli sandalyede, adam ise kadının sandalyesini yürütüyordu. Durdu adam. Çantasından bir simit çıkardı. Sonra onu ikiye ayırdı. Bir parçasını kadına verdi. “Teşekkür ederim,” diyordu kadın. Adam ise, “Ne yaptım ki hayatımın tadı! Afiyet olsun!” diye yanıtlıyordu. Huzur böyle bir şey olmalıydı; yolunda gitmese de hayat, el ele verip gülümsemeye çalışmaktı. Oysa bunu çoğu zaman başaramıyorduk. Kederlerin gölgesinde burnumuzun dibindeki güzelliklerin farkına varamadan geçip gidiyordu zaman! Baharın gelişini, ağacın çiçek açışını ve bir arının menekşeye konuşunun büyüsünü hissedemeden…

            Bir gün rüyamda rengârenk menekşe tarlasına bakan çift katlı bir kır evindeydim. Pencereden dışarı bakıyordum. Kara bulutların arasından çıkan güneşi hayranlıkla izledim. Merdivenin basamaklarında ise kırmızı güller ve yanan mumlar vardı. Bahri yukarıdan, “Hadi karıcığım, gel yanıma!” diyordu. Nasıl da dokunaklıydı bakışları; içinde aşk vardı! Uyandığımda hıçkırarak ağlamıştım. O gün Bahri’ye kendisinden bir eş olarak beklentilerimi söylemiştim. “Böyle şeyler ancak filmlerde olur, sen çok hayalperestsin,” deyip gülmüştü sözlerime.

Yanımdaki kadına dair merakım artıyor. Az daha dayan, diyorum kendime. Öğreneceksin nasıl olsa… Başka şeylere odaklanmak istiyorum. Hayatımda güzel şeyler yok muydu, gerçekten?  Dedemin bağ evinde kuzinenin üzerinde kaynayan çaydanlık ve altında uyuklayan kara kedi! İki bisküvi arasına konulmuş pembe lokum… Bunlar içimde coşku uyandırıyor. Ya Sonra? Siyah beyaza dönmüş bir hayat benimkisi! Sevinç katillerim yüzünden olsa gerek!

Ah, hayat! İyi ya da kötüye hep gebe bırakır insanı.  Onun çatallı yollarında pek çok insan tanırız. Unuttuklarımız çoktur ancak en kötüleri asla unutamayız. Niye mi? Onlar içimizde gömütlükleri olanlardır. Gönlümüzde yer etmeyi hiçbir zaman başaramamış, yaşarken bizi yarı diri bırakanlardır. Bencil ve katı yüreklidirler. Varlığımız hep fazla gelir onlara! Kendimizi kötü hissetmemizi sağlarlar. Oysa iyiler öyle mi? Onlar tam tersine değerli ve önemli olduğumuzu ispatlarlar bize.

Ah, yağmur çiseliyor! Ne çok severdim böyle havaları! Yağmur sesi, içimde kıpırtı oluştururdu. Görmesem de o kadının yüzünü, içini okuyor gibiyim… Biz kadınlar birbirimize az çok benzeriz. Tek farkımız, birimizin diğerinden daha özgür olmasıdır belki de. İç içe geçmiş Matruşka bebekler gibi. En içte olanın özgürlüğü yoktur. Annem gibi…

Annem! Yaşam denilen boş sepeti bol miktarda hüzünle doldurmayı seven bir kadındı! Evini kendi şüpheleriyle donattığı hapishaneye çevirmişti. Aklı kocasının onu aldatacağı korkusu ile meşguldü. İnsanları çekiştirmekten zevk alırdı. Onun niçin böyle davrandığını anlamakta güçlük çekmişimdir hep. Cadı görümceler, dili uzun kayınvalide, pinti kayınpeder ve olumsuz ilişkilerle dolu bir hayat hikâyesi vardı. Tamam da bu kadar bozuk karakter onun hayatına nasıl toplanmıştı? Bazı talihsizlikleri yaşadığı doğruydu. Nitekim on sekiz yaşındayken annesini kaybetmiş ve yaşamı boyunca üvey anne entrikalarıyla uğraşmıştı. İki çocuğunu bir yaşına bile gelmeden yitirmişti. Sonra doğan iki çocuğu hayatta kalmış ancak onları da kocası büyütmüştü. Kızlarının bilinçaltına sürekli “Bir gün kendisinin de öleceği ve kocasının çocuklarına üvey anne getireceği” yargısını yerleştirmişti.

Yıllar geçmişti. Korkulan olmamıştı. Annem ölmemiş, babam başka birisiyle evlenmemişti. Fakat daha kötüsü oluşmuştu. Kötü üvey anne rolünü annem kendisi üstlenmiş, öz kızlarına acımasızca davranır olmuştu. Çocukluğumda babamın kızgın anlarında annemi dövdüğünü de görmüştüm. Annem bu hale nasıl gelmişti ki? Yoksa o, iyiliğin var olduğuna dair umudunu mu kaybetmişti? Belki bu yüzden mutluluğun tanımını yapamadım ben. Uğradığım haksızlıklar karşısında direnemedim. Bahri’nin yanında zavallı bir kadın oldum.

Bahri’ye ilk başkaldırışımda sindirilmiştim zaten. “Tamam, boşan o zaman! Kolaysa başar bunu! Çocuklar benim yanımda kalacak, bunu unutma! Haydi, sana güle güle!” demişti. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Ben çocuklarımdan ayrı nasıl yaşayabilirdim ki? Demek ki, onun için hiçbir değerim yokmuş! Oysa birincilikle okul bitirmiş yüksek hemşire bir kadındım. İnsanlara yardımcı olmayı seviyordum. Evlendikten sonra bana, “Hayır, izin vermiyorum! Çalışmayacaksın. Evde çocuklarının başında duracaksın! Bırak başkalarına hizmet etmeyi! Geç bunları geç, Nilüfer!” demişti. Nedense adım onun ağzından donuk bir ifade olarak çıkardı ve hiçbir zaman hoş bir melodiye dönüşemedi…

Dışarıdan beni görenler zengin yaşamıma imreniyorlardı. Belki de haklıydılar… Zamanımın çoğunu Londra’da geçiriyordum. Matruşka bebeklerin en dışta olanı gibi en özgürü ben olmalıydım, değil mi?

Öyle olmadı işte… Bahri’nin Moskova’dan getirdiği Matruşka bebeğe bir başka yönden benziyordum. Onun villasının eşyaları arasına konulmuş bir bibloydum. Gideceği yerlere ise şoförle taşınan… Araba kullanmak istediğimde, “Senin gibi aptallar araba süremez!” diye karşı çıkmıştı Bahri. Sevmediğim müze ve sergilere zorla götürürdü beni. Bu sırada, “Surat asma! Mutlu rolü yap. Gülümse!” derdi. Öyle ya! Matruşka bebekler her zaman gülümserdi, ağlayanı hiç üretilmemiştir. Ancak o günden sonra rol yapamadım.

 Moskova’dan döndüğü gün çok farklıydı Bahri! Çok şaşırmıştım. Hangi dağda kurt ölmüştü acaba? Çocuklarının yanında Moskova’dan getirdiği pırlanta kolyeyi boynuma takmıştı. Bunun gerçek sebebini öğrendiğim gün yıkılmış ve günlerce kendime gelememiştim. Sonrasında Bahri’nin yeni hamlelerinden korkar olmuştum. Bir gün bir yolunu bulup çocuklarımı benden soğutmayı da başarmıştı.

Zaman geçtikçe eridim, yok oldum. Antidepresan ilaçlar girdi hayatıma. “İçimde fırtınalar esiyor. Dalgalı bir deniz gibiyim. Ne olur, dindirin bu acıyı! Sakinleşsin ruhum! Yüzüne bakılmayan kadın, sevilmeyen kadındır, değil mi Doktor Bey?” demiştim psikiyatristime. Şaşırmıştı Doktor. “Siz güzel bir kadınsınız Nilüfer Hanım! Başkalarının sizi sevmesi önemli değil, siz kendinizi sevin,” demişti.

Herkesin derdi başkadır… Yanımdaki kadın kim bilir neler yaşamıştır da buradadır? Ona dair öğrendiklerim şunlar; kocası alkoliğin tekiymiş ve öldüresiye dövermiş onu. En son karısına yaptıkları ve söyledikleri gazete manşetlerine konu olmuş.

İşin gerçeği biz o kadınla duyarsızlığa asılı kalmış iki çığlıktık! Gazete sayfalarına konulunca fark edildik. Aramızda sayfa ayrımı vardı sadece. Ben birinci sayfa haberiydim, o ise üçüncü. Oysa benzer bir kaderi paylaşmıştık.

            Birinci sayfada, yürek sızlatan bir haber daha vardı. Sayfanın alt köşesinde “Sevgili Nilü,” diye başlayan bir mektup…  Bu, bir denizci subayının intihar etmeden hemen önce karısına ve sevdiklerine yazdığı veda mektubuydu. İftiraya kurban gittiği için haksız yere hapis yatan yarbay, serbest bırakılmasının ardından tekrar hapishaneye gönderilme kararı çıkınca bunalıma girmiş ve onurunu inciten olaylar karşısındaki düşüncelerini de yazmıştı mektubuna. Haberin altında subayın mutlu günlerinden bir fotoğraf karesi vardı. Karakaşlı, kara gözlü ve aydınlık yüzlü bu adamın gözlerindeki asil bakış ve dudaklarındaki gülümseme, onun nasıl bir insan olduğunun ipuçlarını veriyordu aslında. O yürekten bağlı olduğu hayat arkadaşı Nilüfer Hanım’a sevgi ve saygıyla seslenen duyarlı bir eşti. Hiç kuşkusuz muhteşem bir baba, harika bir evlat ve iyi bir kardeş olmalıydı da. Yazık olmuştu; hain bir kumpas onun intiharına sebep olmuş, ailesini de acıya boğmuştu.

Aynı sayfanın üst köşesindeki fotoğraf karesi ise bana aitti. Haberin başlığında “Payam Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Bahri Ayaz’ın karısı Nilüfer Ayaz başına dayadığı tabanca ile intihar etti” yazıyordu. Haberin devamı şöyleydi: “İntihar sebebinin kocasının Moskova’da oyuncu sevgilisi Mucize Şahin ile gazetelerde yayımlanan samimi fotoğrafları olduğu söyleniliyor…”

Anladım ki, zamanın geçişini takvim yapraklarıyla ayrımsarken, bir gün bir tarihte durur ve gerisini görmek istemeyebilirmiş insan! 

Aslında, kadını erkeği yoktur vicdanın! Benim başıma gelenleri yaşayan her kadın gibi, ben de Bahri’nin çifte ahlak anlayışına hayret ettim. Hak ve özgürlükler yalnızca zalimler için var görünüyordu bu dünyada…

 O yarbayla benzer bir düş kırıklığı yaşamış olmalıydık ki; ikimiz de sonsuz bir yolculukta karar kılmıştık. Bir daha dönmemecesine bu alçak dünyaya… Kör çıkmazda kaldığımız o noktada iyiliğin, adaletin ve barışın evrene geleceğine dair ümidimizi yitirmiştik. Tıpkı annem gibi… Annemle ilgili biz çocuklarının göremediği şey ise onun yaşarken öldüğüydü. Onun görünen boyutu yalnızca iki ayaklı bir canlı oluşuydu. Duyguları yoktu.  Çünkü yaşama sevinci çok önceden kurşuna dizilmişti.

İstanbul’daki bu camide iki kadın var.  

Tabutlarımız yan yana. Ne ilginç! Yalan ya da gerçek olduğu ayırt edilmese de gözyaşları dinmiyor bu avluda.

 O kadının haber başlığında ise şöyle yazıyor:

“Yine Erkek Terörü! Katil koca Kazım Duru şunları söyledi: ‘Karımı her zamanki gibi dövdüm ama bu kez öldü.’”

Kezban Şahin Taysun

Leave a Comment

İlgili İçerikler