Huzur
yeryüzüne niye eşit dağılmaz ki? Zulme yenik düşer hep mutluluklar… Ama niye?
Kınalı kuzularım, Sarı Seçil’im… Servi boylu Mert’im. Beni anlamanızı isterdim
şimdi… Sizlerden ayrılmak beni üzmedi sanmayın, sakın.
Darmadağın
hissettim kendimi… Böyle olmasını istemezdim.
Olmadı… İstediğim gibi gitmedi hiçbir şey. Özgür olmayı beceremedim. Hiç
kimsenin görmediği ancak sadece benim gördüğüm gözlerle örülü bir kafesin
içinde yaşadım hep. Baskılar ve mecbur bırakılmalar beni çok yordu. Kanatsız
kelebek gibiydim. Doğduğumdan beri kanatlarımı fark etmemem için uğraştılar.
Kimler mi? Sözde dört dörtlükler! “Yazgını yaşa,” deyip durdular. Eminim
yanımda duran kadının yaşamında da benzer şeyler olmuştur. Kim o? Bilmiyorum. Ben
de bugün karşılaştım. Aynı yolun yolcusuyuz nasıl olsa, tanışırız elbet.
Yolculukları
hep sevmişimdir. Kısa ya da uzun hiç fark etmez. Hiç unutmuyorum bir gün,
Gülhane Parkı’nda dolaşırken yaşlı bir çift görmüştüm. Giysileri eski püskü
idi. Kadın tekerlekli sandalyede, adam ise kadının sandalyesini yürütüyordu.
Durdu adam. Çantasından bir simit çıkardı. Sonra onu ikiye ayırdı. Bir
parçasını kadına verdi. “Teşekkür ederim,” diyordu kadın. Adam ise, “Ne yaptım
ki hayatımın tadı! Afiyet olsun!” diye yanıtlıyordu. Huzur böyle bir şey
olmalıydı; yolunda gitmese de hayat, el ele verip gülümsemeye çalışmaktı. Oysa
bunu çoğu zaman başaramıyorduk. Kederlerin gölgesinde burnumuzun dibindeki
güzelliklerin farkına varamadan geçip gidiyordu zaman! Baharın gelişini, ağacın
çiçek açışını ve bir arının menekşeye konuşunun büyüsünü hissedemeden…
Bir gün rüyamda rengârenk menekşe
tarlasına bakan çift katlı bir kır evindeydim. Pencereden dışarı bakıyordum.
Kara bulutların arasından çıkan güneşi hayranlıkla izledim. Merdivenin
basamaklarında ise kırmızı güller ve yanan mumlar vardı. Bahri yukarıdan, “Hadi
karıcığım, gel yanıma!” diyordu. Nasıl da dokunaklıydı bakışları; içinde aşk
vardı! Uyandığımda hıçkırarak ağlamıştım. O gün Bahri’ye kendisinden bir eş
olarak beklentilerimi söylemiştim. “Böyle şeyler ancak filmlerde olur, sen çok
hayalperestsin,” deyip gülmüştü sözlerime.
Yanımdaki
kadına dair merakım artıyor. Az daha dayan, diyorum kendime. Öğreneceksin nasıl
olsa… Başka şeylere odaklanmak istiyorum. Hayatımda güzel şeyler yok muydu,
gerçekten? Dedemin bağ evinde kuzinenin
üzerinde kaynayan çaydanlık ve altında uyuklayan kara kedi! İki bisküvi arasına
konulmuş pembe lokum… Bunlar içimde coşku uyandırıyor. Ya Sonra? Siyah beyaza
dönmüş bir hayat benimkisi! Sevinç katillerim yüzünden olsa gerek!
Ah, hayat!
İyi ya da kötüye hep gebe bırakır insanı.
Onun çatallı yollarında pek çok insan tanırız. Unuttuklarımız çoktur
ancak en kötüleri asla unutamayız. Niye mi? Onlar içimizde gömütlükleri
olanlardır. Gönlümüzde yer etmeyi hiçbir zaman başaramamış, yaşarken bizi yarı
diri bırakanlardır. Bencil ve katı yüreklidirler. Varlığımız hep fazla gelir
onlara! Kendimizi kötü hissetmemizi
sağlarlar. Oysa iyiler öyle mi? Onlar tam tersine değerli ve önemli olduğumuzu
ispatlarlar bize.
Ah, yağmur
çiseliyor! Ne çok severdim böyle havaları! Yağmur sesi, içimde kıpırtı
oluştururdu. Görmesem de o kadının yüzünü, içini okuyor gibiyim… Biz kadınlar
birbirimize az çok benzeriz. Tek farkımız, birimizin diğerinden daha özgür
olmasıdır belki de. İç içe geçmiş Matruşka bebekler gibi. En içte olanın
özgürlüğü yoktur. Annem gibi…
Annem! Yaşam
denilen boş sepeti bol miktarda hüzünle doldurmayı seven bir kadındı! Evini
kendi şüpheleriyle donattığı hapishaneye çevirmişti. Aklı kocasının onu
aldatacağı korkusu ile meşguldü. İnsanları çekiştirmekten zevk alırdı. Onun
niçin böyle davrandığını anlamakta güçlük çekmişimdir hep. Cadı görümceler,
dili uzun kayınvalide, pinti kayınpeder ve olumsuz ilişkilerle dolu bir hayat
hikâyesi vardı. Tamam da bu kadar bozuk karakter onun hayatına nasıl
toplanmıştı? Bazı talihsizlikleri yaşadığı doğruydu. Nitekim on sekiz
yaşındayken annesini kaybetmiş ve yaşamı boyunca üvey anne entrikalarıyla
uğraşmıştı. İki çocuğunu bir yaşına bile gelmeden yitirmişti. Sonra doğan iki
çocuğu hayatta kalmış ancak onları da kocası büyütmüştü. Kızlarının
bilinçaltına sürekli “Bir gün kendisinin de öleceği ve kocasının çocuklarına
üvey anne getireceği” yargısını yerleştirmişti.
Yıllar
geçmişti. Korkulan olmamıştı. Annem ölmemiş, babam başka birisiyle
evlenmemişti. Fakat daha kötüsü oluşmuştu. Kötü üvey anne rolünü annem kendisi
üstlenmiş, öz kızlarına acımasızca davranır olmuştu. Çocukluğumda babamın
kızgın anlarında annemi dövdüğünü de görmüştüm. Annem bu hale nasıl gelmişti
ki? Yoksa o, iyiliğin var olduğuna dair umudunu mu kaybetmişti? Belki bu yüzden
mutluluğun tanımını yapamadım ben. Uğradığım haksızlıklar karşısında
direnemedim. Bahri’nin yanında zavallı bir kadın oldum.
Bahri’ye ilk
başkaldırışımda sindirilmiştim zaten. “Tamam, boşan o zaman! Kolaysa başar
bunu! Çocuklar benim yanımda kalacak, bunu unutma! Haydi, sana güle güle!”
demişti. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Ben çocuklarımdan ayrı nasıl
yaşayabilirdim ki? Demek ki, onun için hiçbir değerim yokmuş! Oysa birincilikle
okul bitirmiş yüksek hemşire bir kadındım. İnsanlara yardımcı olmayı
seviyordum. Evlendikten sonra bana, “Hayır, izin vermiyorum! Çalışmayacaksın.
Evde çocuklarının başında duracaksın! Bırak başkalarına hizmet etmeyi! Geç
bunları geç, Nilüfer!” demişti. Nedense adım onun ağzından donuk bir ifade
olarak çıkardı ve hiçbir zaman hoş bir melodiye dönüşemedi…
Dışarıdan
beni görenler zengin yaşamıma imreniyorlardı. Belki de haklıydılar… Zamanımın
çoğunu Londra’da geçiriyordum. Matruşka bebeklerin en dışta olanı gibi en
özgürü ben olmalıydım, değil mi?
Öyle olmadı
işte… Bahri’nin Moskova’dan getirdiği Matruşka bebeğe bir başka yönden
benziyordum. Onun villasının eşyaları arasına konulmuş bir bibloydum. Gideceği
yerlere ise şoförle taşınan… Araba kullanmak istediğimde, “Senin gibi aptallar
araba süremez!” diye karşı çıkmıştı Bahri. Sevmediğim müze ve sergilere zorla
götürürdü beni. Bu sırada, “Surat asma! Mutlu rolü yap. Gülümse!” derdi. Öyle
ya! Matruşka bebekler her zaman gülümserdi, ağlayanı hiç üretilmemiştir. Ancak
o günden sonra rol yapamadım.
Moskova’dan döndüğü gün çok farklıydı Bahri!
Çok şaşırmıştım. Hangi dağda kurt ölmüştü acaba? Çocuklarının yanında
Moskova’dan getirdiği pırlanta kolyeyi boynuma takmıştı. Bunun gerçek sebebini
öğrendiğim gün yıkılmış ve günlerce kendime gelememiştim. Sonrasında Bahri’nin
yeni hamlelerinden korkar olmuştum. Bir gün bir yolunu bulup çocuklarımı benden
soğutmayı da başarmıştı.
Zaman
geçtikçe eridim, yok oldum. Antidepresan ilaçlar girdi hayatıma. “İçimde
fırtınalar esiyor. Dalgalı bir deniz gibiyim. Ne olur, dindirin bu acıyı!
Sakinleşsin ruhum! Yüzüne bakılmayan kadın, sevilmeyen kadındır, değil mi
Doktor Bey?” demiştim psikiyatristime. Şaşırmıştı Doktor. “Siz güzel bir
kadınsınız Nilüfer Hanım! Başkalarının sizi sevmesi önemli değil, siz kendinizi
sevin,” demişti.
Herkesin
derdi başkadır… Yanımdaki kadın kim bilir neler yaşamıştır da buradadır? Ona
dair öğrendiklerim şunlar; kocası alkoliğin tekiymiş ve öldüresiye dövermiş
onu. En son karısına yaptıkları ve söyledikleri gazete manşetlerine konu olmuş.
İşin gerçeği
biz o kadınla duyarsızlığa asılı kalmış iki çığlıktık! Gazete sayfalarına
konulunca fark edildik. Aramızda sayfa ayrımı vardı sadece. Ben birinci sayfa
haberiydim, o ise üçüncü. Oysa benzer bir kaderi paylaşmıştık.
Birinci sayfada, yürek sızlatan bir
haber daha vardı. Sayfanın alt köşesinde “Sevgili Nilü,” diye başlayan bir
mektup… Bu, bir denizci subayının
intihar etmeden hemen önce karısına ve sevdiklerine yazdığı veda mektubuydu.
İftiraya kurban gittiği için haksız yere hapis yatan yarbay, serbest
bırakılmasının ardından tekrar hapishaneye gönderilme kararı çıkınca bunalıma
girmiş ve onurunu inciten olaylar karşısındaki düşüncelerini de yazmıştı
mektubuna. Haberin altında subayın mutlu günlerinden bir fotoğraf karesi vardı.
Karakaşlı, kara gözlü ve aydınlık yüzlü bu adamın gözlerindeki asil bakış ve
dudaklarındaki gülümseme, onun nasıl bir insan olduğunun ipuçlarını veriyordu
aslında. O yürekten bağlı olduğu hayat arkadaşı Nilüfer Hanım’a sevgi ve
saygıyla seslenen duyarlı bir eşti. Hiç kuşkusuz muhteşem bir baba, harika bir
evlat ve iyi bir kardeş olmalıydı da. Yazık olmuştu; hain bir kumpas onun
intiharına sebep olmuş, ailesini de acıya boğmuştu.
Aynı
sayfanın üst köşesindeki fotoğraf karesi ise bana aitti. Haberin başlığında
“Payam Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Bahri Ayaz’ın karısı Nilüfer Ayaz
başına dayadığı tabanca ile intihar etti” yazıyordu. Haberin devamı şöyleydi:
“İntihar sebebinin kocasının Moskova’da oyuncu sevgilisi Mucize Şahin ile
gazetelerde yayımlanan samimi fotoğrafları olduğu söyleniliyor…”
Anladım ki,
zamanın geçişini takvim yapraklarıyla ayrımsarken, bir gün bir tarihte durur ve
gerisini görmek istemeyebilirmiş insan!
Aslında,
kadını erkeği yoktur vicdanın! Benim başıma gelenleri yaşayan her kadın gibi,
ben de Bahri’nin çifte ahlak anlayışına hayret ettim. Hak ve özgürlükler
yalnızca zalimler için var görünüyordu bu dünyada…
O yarbayla benzer bir düş kırıklığı yaşamış
olmalıydık ki; ikimiz de sonsuz bir yolculukta karar kılmıştık. Bir daha
dönmemecesine bu alçak dünyaya… Kör çıkmazda kaldığımız o noktada iyiliğin,
adaletin ve barışın evrene geleceğine dair ümidimizi yitirmiştik. Tıpkı annem
gibi… Annemle ilgili biz çocuklarının göremediği şey ise onun yaşarken
öldüğüydü. Onun görünen boyutu yalnızca iki ayaklı bir canlı oluşuydu.
Duyguları yoktu. Çünkü yaşama sevinci
çok önceden kurşuna dizilmişti.
İstanbul’daki
bu camide iki kadın var.
Tabutlarımız
yan yana. Ne ilginç! Yalan ya da gerçek olduğu ayırt edilmese de gözyaşları
dinmiyor bu avluda.
O kadının haber başlığında ise şöyle yazıyor:
“Yine Erkek
Terörü! Katil koca Kazım Duru şunları söyledi: ‘Karımı her zamanki gibi dövdüm
ama bu kez öldü.’”
Kezban Şahin Taysun