ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Keşke bütün tutsaklıklarımızdan kurtulsak bir gün… Alın yazımızın bir oyunu gibi görünen tasalarımızdan. Bazı kuşlar gibi hür olsak ya da günışığı kadar asude.
“İnsanlar hür olarak doğar ama her yerde zincire vurulmuş olarak yaşarlar.” diyen Jean Jacques Rousseau da özgürlüklerimizin kaybından duyduğu kederi açık etmemiş midir?
Kurtuluş bazen başlı başına bir mucize, bazen de küçücük çocukların bile cevabını bildiği bilmeceler kadar kolay.
Her insan kendisini bağlayan zincirlerden şikâyetçi değildir. Birisi için alışkanlık olmuştur esaret, bir başkası için ise üzerinde durup düşünülecek bir dert bile değildir. Nelerden kurtulmak ister insan? Hiçbirimizin tutsaklığı bir diğerininkine benzemez. Parmak izlerimiz gibi farklıdır tutsaklıklarımız. Bazıları maddî, bazıları manevî zincirlerden ötürü gözyaşı döker. Kimi bir kötünün, kimi de kendi nefsinin kölesi olmuştur.
Bu hayalden dünyayı gerçek sananlar için dünya geniş, eğlenceli ve rengârenk bir mekân özelliği gösterirken hakikatin farkına varanlar için gurbet yeridir, geçici bir süre dinlenilen gölgeliktir, sefası yok cefası çok olan diyardır. Bu durumda mana gözü kapalı insanlara göre ölüm faciayla ve yok olmayla eşanlamlı, korkutucu bir olayken gönül ehli için gurbetten kurtuluşun, sılaya kavuşmak demektir.
Bir kuş türü biliyorum, hepimize çok benzeyen. Evlerimizde sık sık rastladığımız; mavi, beyaz, yeşil ya da sarı kanatları olan, gözleri ışıltılı fakat yüreği fazlasıyla ürkek bir kuş türü… Güzel sesleriyle muhabbetin simgesi olan bu türden kuşlar birer kafesin ev sahipleridir ya da zorunlu misafirleri… Esir doğup esir ölürler onlar. Sahipleri lütfedip kafeslerinin kapısını açarlarsa, çıkıp odalarda bir iki tur atarlar. Aksi takdirde mahpushanelerinin içinde çırpınmazlar bile “Beni biraz sal da uçayım” diye. Onların daraltılmış dünyaları bana hüzün verir. Gerçi, şunu da unutmayalım ki bu türden canlılar için özgürlük ölümle eşanlamlıdır. Kurtuluş hayalleri kuramamalarını kınamayalım o zaman.
Bir de çayır kuşları var. Onlar özgür doğar, özgür yaşar ve özgür ölürler. Üstelik sahip oldukları bu nimet uğruna isyan çıkartmalarına, minicik bağırlarını oradan oraya vurmalarına da gerek yoktur. Özgür yaşayabilmek ayrıcalığı onlara atalarından ve genlerinden mirastır. Uçsuz bucaksız kırlarda, yemyeşil ağaç dallarında bahtı yar bir ömür sürerler. Yeter ki eli sapanlı, sırtı tüfekli bir âdemoğluyla karşılaşmasınlar. Tabiatın cömert koynunda, diledikleri gibi şakırlar bu çayır kuşları. Bazen evlerimizin pencerelerinden tutsak bir hemcinslerine bakıp onun için üzülürler. Nameli sesleriyle dışarı çağırıp onu, oyunlar oynamaya davet ederler. Kafesteki bedbahtın yaralı kalbinde ne fırtınalar kopar o zaman, kim duyar?
Yunan asıllı tanınmış bir din adamı, aynı zamanda da düşünür olan Demophilus tutsaklığın sınırlarını şöyle belirlemiş: “Seçimlerin olmadığı yerde kölelik başlar.” Bu demektir ki bizler eğer hür irademizle tercihlerimizi gerçekleştiremiyorsak tutsak yaşıyoruzdur. Bence tercihlerimizi belirlerken başta vicdanımız olmak üzere birçok kurala kendi beynimizle ve kalbimizle riayet etmek kölelik değildir. Aksine insan olmanın başta gelen şartlarından birisidir. Yeter ki başkalarının bizim önümüzdeki tercihleri yok etmelerine veya bu tercihlerden birine bizleri mahkûm etmelerine izin vermeyelim. Çünkü seçeneklerimiz azaltıldıkça tutsaklığımız çoğalır. Özgürlük seçenek çokluğudur aslında.
Kurtuluş denince hepimizin aklına şüphesiz sadece bizim değil, bütün doğu halklarının tarihlerine sırmalı harflerle yazılan İstiklâl Savaşımız gelir. Samsun’da başlayıp, Ankara’da resmi adı konan, Afyon’da anıtlaşıp İzmir’in masmavi sularında son bulan İstiklâl Savaşımız. Bir İzmirli olarak ilk kurşun anıtını ne zaman görsem; Sütçü İmamların, Kara Yılanların, Nene Hatunların adını ne zaman işitsem içimi sevinç ve gururdan örülü bir his kaplar. Emperyalizm olarak adlandırılan; Mehmet Akif’in tek dişi kalmış canavar dediği eti, kanı, canı ve ruhu olmayan garip mahlûk en etkili darbesini engin gönüllü Anadolu insanından yemiştir geçtiğimiz yüzyılın başlarında. Peki ya ölmüş müdür? Ne yazık ki hayır… Şu anda dünyanın dört bir yanında dolanıyor ağzından salyalar saçarak ve tırnakları kanlı.
Her kurtuluş beraberinde emeği gerektirir. Emek harcamazsak eğer, sadece şikâyetçi olduğumuzu kurda kuşa, anlatarak dolanırsak etrafta, hiçbir olumlu sonuç elde edemeyiz. Başkalarından bir şeyler umarak, miskin miskin hayaller kurarak, düşlerimizde zafer şarkıları söyleyerek huzurun mahallesine bile yaklaşamayız. Herhangi bir tutsaklığımızdan kurtulabilmemiz için öncelikle kendi güç ve yeterliğimize güvenmeliyiz.
Bana öyle geliyor ki gücümüzle doğru orantılıdır özgürlüklerimiz, esaretimiz ise aczimiz kadardır. Bizler kurtlar sofrasına benzeyen dünyada güçlü olmakla, aciz yanımızı kem gözlerden saklamakla yükümlüyüz. Kurt olalım demeye de dilim varmıyor. Kurtluk zor zanaat! Hiç değilse kuzu da kalmayalım eğer kana bulanmış dişleriyle bize bakan yaratıklar dolanıyorsa etrafta. Silahlar edinelim, kılıçlar kuşanalım, kendimiz ve sevdiklerimiz için sırtımızda fazlaca ağırlık yapmayan zırhlar oluşturalım. Hayatta kalmanın ve ayakta durmanın gereklerini yerine getirelim. Fakat herkesi kurt belleyip kimsenin günahını da almayalım, olur mu?
Bazı bağlar vardır bizler için hazırlanmış. Hiç kimse kötü bir söz söyletmez kendisini mıh gibi tutan bu türden bağlara dair. Hani Türk halkının ortak duyuş ve düşünüşünün aynası olan manilerimizden birinde de söz edilir ya bu tadı hakkında tartışmaya bile fırsat bulamayacağımız esaretimizden: “Değme zincir kâr etmez zülfün teli bağ bana” Yârinin saçlarının kokusu mudur acaba âşığı felç eden yoksa rengi mi?
Tutsaklık kavramının zıt anlamlısı olan özgürlük bağımsız hareket edebilme, düşünebilme ve düşündüklerimizi söyleyebilme halimiz olsa gerek. Eğer özgürsek hiç kimse kendinde bizi herhangi bir konuda kısıtlama hakkı ve gücü bulamaz. Tutsaklık bu anlamda istediklerimizi yapamamaktan çok istemediklerimizi yapmaya zorlanmaktır. Fakat şunu da belirtmeliyiz ki sınırsız özgürlük talebinde bulunmak da bir ömür boyu esir yaşamak gibi yanlış bir davranış tarzı olurdu. Modernlik kisvesi altında böyle bir hatayı işlemek; aklı, benliği ve ruhu olan insanın düşünmeden ve hissetmeden yaşayan hayvan seviyesine inmesine neden olur. Toprağa bağlı yaşayan bitkilere ve toplumsal bir varlık olan insana oranla hayvanların özgürlükleri neredeyse sınırsızdır. Aslında hayvanlara bile dikkat ettiğimizde belli başlı sınırlar dâhilinde yaşadıklarını görebiliriz.
Kurtuluş üzerine hamasî sözler söylemek, nutuklar atmak galiba yapılacak en kolay iş. Oysaki aslolan bu değildir. Lezzeti hiçbir meyvede olmayan özgürlük için birtakım fedakârlıkları göze almalıyız. Zira özgürlüğün sadece tadı güzel değildir. Beden ve ruha kazandırdıkları kıymetli kılar onu. Orhan Veli de bir şiirinde bu konudaki adaletsizlikten dem vuruyor: “Neler yapmadık vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik” Fakat nedense ölenlerin, kurtuluş uğruna kendisini ateşe atanların değil, nutuk atanların borusu öter her zaman. Olsun belki de her şeye rağmen ölmek lazım bir şeylerin uğruna! Yoksa kurtuluş uğruna ölmeyi değil yaşamayı mı tercih etmeliyiz onun için? Ne dersiniz?
Hatice Eğilmez Kaya