İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
-Bekle önce beni, dinle dediğimde sesim de hayli yükselmişti.
Evin içerisinde bir o yana bir bu yana koşturup duruyordum. Beni dinlemediği zamanlarda çıldırmamak için ayaklarıma yükleniyordum. Burada, benimle baş başa olmayı neden istemiyor anlamıyorum. Anlatacağı ne varsa şimdi söyleyebilir. Şehirlerden bunalmasını anlıyorum hatta ben de ona katılıyorum. Bu nedenle çıkıp bu çiftlik evine geldik. Üstelik buranın benim çocukluğumun geçtiği yer olduğunu da biliyor. Onu buraya getirmiş olmamın ne kadar hoş bir incelik olduğunu ona söylemem mi lazım. Çocukluğum burada geçti diyorum, çocukluğum, gençliğim, temiz ve saf halimin, en çıplak halimin olduğu bu yerde onunla bir gün geçirmek, onu da benim kadar mutlu etmeliydi ama yine huzursuzlanıyor. Asla mutlu olmuyor. O mutsuz oldukça ben de yazamıyorum hatta yazmayı bir tarafa bırakın okuyamıyorum bile.
Tartışmanın son bulmasını arzu ederken, penceren satıcının sık sık gelen sesi sinirlerimizle oynuyor ve tekrar alevleniyorduk.
-Taze sütlerim var, sıcak sütlerim var.
İşte yine bağırıyor. Kendimi tutamıyorum bu sesi duydukça. Ama konumuz bugün çok farklı. Beni anlamasını sağlayana kadar bu evden uzaklaşmayacağız. “Buraya gel!” diye yine bağırdım. Konsolun önünde duran boş sandalyeye oturdum. Önümde boş parfüm şişeleri, küçük notlar yazılı renkli kağıtlar, anteni kırılmış eski bir radyo, sigaranın sönmesi ile aşınmış bir küllük duruyordu. Öfkem, beni, hepsini yok etmeye teşvik ediyordu ama öfkemi gizlemezsem onu tekrar karşıma çağıramazdım. Gözlerimi kapayıp, sakin olmayı denerken, sesimi alçaltıp tekrar seslendim.
-Lütfen, buraya gel!
Gözlerimi açtığımda kaşları çatık ve olağanca huzursuzluğu ile karşımda duruyordu. Yılların yorgun bir ifade bıraktığı göz kenarlarında, çizgiler yol yol uzanıyordu. Bu yolun tek bir yolcusu yoktu fakat ben biraz daha bakmaya devam edersem, bir damla yaş, bu yola çıkacak gibiydi. O yüzden bakışlarımı küllüğün yanında duran çakmağa çevirdim. Çakmağı çaktım ve alev alınca durdum. Alev alması için yapmamıştım, sakinleşmek istiyordum ve uğraş olarak onu görmüştüm. Oysa alevi içimde, bir nöbetin kandilini yakmış gibiydi. Sabaha kadar tuttuğum nöbetin bir diğeri gelmek üzeriydi. Ona zarar vermemek için kendime yemin ettim ve yine kendimden korumak için uyumamam lazımdı. Uyku her duygunun sevişmeye hazır olduğu bir bedendi. Karanlıkta, sesler kesilince, hele bir de üzerinde günün karmaşasının yorgunluğu varsa, soyunup seni yatakta beklerdi. Uykunun koynuna girince, tüm bekâretlerini kaybedersin ve dökülen kan değil, sen olursun. Özün olur. Her duygun ve sakladığın her gizem yatağın içinde seninle birlikte terlemeye başlar. Su kaybettikçe kuraklaşır ve uykunun serinliğinde her şeyini ona sunar. Ne gizem kalır ortada ne bir sır. Bu nedenle içten içe ona zarar vermek istediğim fikrine uykunun ulaşmasına izin veremem. Bu yalnızca benim sırrım.
-Taze sütlerim var, sıcak sütlerim var.
“Beni dinlemeni istiyorum.” dedim gözlerine bakarak. “Buraya geldik çünkü bunu sen istedin. Ruhunun huzura ihtiyacı olduğunu iddia edip beni buralara getiren sendin. Bana yaklaşmak istediğini ve buna şehir ışıklarının engel olduğunu söyledin. İnsan seslerinin migren yaptığını ve ağrısından kıvranmaktan benimle ilgilenemediğini hatta beni sevmek için birkaç sorununun çözülmüş olması gerektiğinden bahsettin. Burada olmamız senin arzundu. Mutlu olman gerekirken bu yüzündeki hüzün beni çivili sopalar ile parçalıyor. Etlerime teker teker saplanıyor ve sana her baktığımda daha derine yol alıyor. Bana anlat neden mutsuzsun?”
Yine sessizlik… İşte çıldırmamak elde değil. Benimle konuşmuyor hatta beni dinlemiyor bile. Onun hüzünlü yüzünü görmemek için kafamı çevirdiğimde, o da kafasını çeviriyor. Sadece benim ona baktığım anlarda bana bakmaya dayanabiliyor. Sanırım bu da sadece nezaketinden. Beni sevmiyor. Onu kalın kaşlarının birbirine bu denli yaklaşmasından ve dişlerini sıktığı için yanaklarından fışkıran kemiklerinden anlıyorum. Benden nefret ediyor. Öyleyse neden benimle? Gitmesini söyleyeceğim. Gitsin, benimle olmak zorunda değil. Hem ben de rahat ederim, huzur bulurum. Ya da bulamam ama huzuru arayacağımdan bile şüpheliyim. İstediğim tek şey biraz şefkat esasında. Bana biraz güzel bakmış olsaydı onunla kahvaltı bile yapardım. Senelerdir kahvaltı yapmadım. O kadar açım ki, tırnaklarım artık beni doyurmuyor. Açlık her anlamda, her zerremde kendini gösteriyor. Ben böyle biri değildim. Sebebi sensin. Beni bu hale getiren sensin. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Sanki bağırmış gibi damarları boynundan gözüküyordu. Oysa konuşanda bağıran da yalnızca bendim. Onun suskunluğundan bıktım.
-Taze sütlerim var, sıcak sütlerim var.
-Lanet olsun, bana bak.
Yüzünü çevirdi. Bu kez ifadesizdi. Kafasının üzerinde duvarda duran ‘Yanan Zürafa’ tablosuna takıldı gözlerim. İki kadının bulunduğu bu tabloda yanan bir zürafa vardı. Kadınlardan birinin sırtında iskeletten bir destek vardı. Dönüp sırtıma baktım, ben de yoktu. Ama tabloda beni kendine çeken tek şey zürafanın yanan bedeninden çıkan ateşlerdi. Yine içimin öfke külü alevlenmişti. Artık bu kadına dayanamıyordum. Titremeye başladım, beni delirteceksin demek istiyordum fakat bunu dediğimde gülerek “sen zaten delisin” diyeceğini biliyordum. Anlatması gerekiyordu. Beni sömüren ve hayatımı böyle berbat yaşamama neden olan şeyin ne olduğunu bilmek benim hakkımdı. Ama yine konuşmuyordu. Daha fazla kendimi tutamayacağımı biliyordum. Ona zarar vermek şu an tek arzumdu. Bu emelimi yerini getirmem ise çok az bir zamanımı alacaktı. Zaten her gece onu öldürmenin planlarını yapmıştım. Fakat hatırlamıyorum. Onu öldürmek istiyorum. Bir kez daha kafamı kaldırıp bakacağım ve bana aynı kızgın ifade ile bakıyorsa onu öldüreceğim.
Önümde duran ağır küllüğü elime aldım. Olağanca gücüm ile vurmaya başladım. Ona vurdukça, benim de canım yanıyordu ama artık bu yük ile yaşayamazdım. Sonunda onu öldürdüm. Ellerim kan içinde yere çöktüm. Parçalara ayrılmıştı. Artık yok olmuştu. Özgürdüm. Ayağa kalktım. Öfkemin tamamen yok olmuş olması beni derin bir uykuya çağırıyordu. Ama önce süt içecektim.
Dışarıda saatlerdir bağıran sütçüye seslendim ve gelmesini işaret ettim. İki büyük kova ve bir tencere ile geldi. O gelirken sütü kaynatmak için yakmış olduğu ateşe baktım. Ateş, artık beni öfkelendirmiyordu.
-Ne kadar vereyim sütü? Sıcak mı soğuk mu? Hanımefendi, elleriniz kanıyor.
Yatağın başucunda duran su bardağına süt doldurması için eline verdim. Konuşmak istemiyordum. Şu an huzurumu bu gevezeye armağan etmeyecektim. Para almak için döndüğümde, kafasını kapıdan içeri doğru uzatıp bakan sütçüyü çok geç fark ettim. Ellerimdeki kanın sebebini anlamış ve bir katile ne kadar ürkek bakılırsa, o denli ürkek bakıyordu.
-Hanımefendi iyi misiniz?
Neden kötü olmam gerektiğini anlamadım. Yerde yatan kişi ben değildim.
-Hanımefendi? Aynayı neden kırdınız?
Ayna mı dedi o? Bardağı almadan kapıyı hızlıca kapadım, üç oda geçtim ve banyo kapısında durdum. Usulca kapıyı açtım ve duvarda asılı olan aynaya baktım. Bu imkansızdı. Onu az önce ellerimle öldürmüştüm. Şaşkın bir ifade ile karşımda duruyordu. Kapıyı aynı hız ile kapadım, kilitledim.
Kırık aynaları çıplak ayaklarımla ezerek yatağa uzandım. Biraz uyuyup kalkacak ve onunla yeniden konuşmayı deneyecektim. Gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladı.
-Taze sütlerim var. Sıcak sütlerim var.
Gözde Öz