0

Karşılaştığım tüm dostlar, başıma gelenlere üzüldüğünü söylüyor. Ben sıkıntı yaşarken tanrının yardımı için dua ettiklerini bildiriyorlar.

Bazen başka biriyle konuştuklarını zannediyorum. Benim başıma ne geldi, diyorum kendi kendime. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Abartıyorlar. Hepi topu otuz yıl… Kimse buna karşılık neyden kurtulduğumu bilmiyor.

Bazen beladan kurtulmanın bir bedeli vardır. O an elinizden çıkana üzülmezsiniz. Gözünüz bir şey görmez. Kurtulduğunuza şükredersin. İşte ben böylesi bir beladan kurtulmak için ömrümü verdim. Şu an o berbat soru sizin de aklınıza gelmiş olmalı. Herhangi bir beladan kurtulmak ömre değer mi?

Siz bu soruyu düşünürken ben yine gülüyorum.

Selim not defterini eline aldığında bunları yazmayı düşünüyordu. Ancak;

“İlk küfrümü ettim, bu akşam.
Yirmi sekizden sonra…
Öyle galiz küfürler ki ağırıma gitti.
İnanamadım nasıl çıktı ağzımdan.
Nasıl kapanır bu kapı, bilmem.
Bence hiç açmayacaktınız.”

Defterini açınca bu notlarla karşılaştı. En son bunları yazmıştı demek. Tarih: Mayıs 2023. Babasının ölümünden bir ay sonra…

Selim, iki yıldır defterini eline almıyordu. Şu an bile zorlanmıştı kapağını açarken. Hep aynı korku: Ya aynı şeyler gelirse başıma!

Balkonun önündeki yoldan arabalar vızır vızır geçiyordu. Sesler, Selim’in beyin kıvrımlarında hızla geziniyor sonra infilak ediyordu. Sonra sesleri duymaz oldu. Yazacak bir şeyler geldiğinde hep böyle olurdu, kalbinin çarpıntılarından başka bir şey duymazdı. Gözü alabildiğine uzanan portakal bahçelerine kaydı. Kendini sınırı olmayan, sınırlarla bölünmemiş ağaçların içinde buldu. Portakal bahçesini kesen dağa takıldı gözleri. Dağı kaldırdı. Onun yerine de portakal bahçesi koydu. Katlaya katlaya portakal bahçesini çoğalttı. Bahçe uzayıp gitti. Selim ağaçların içinde kayboldu. Kayboldukça mutlu oldu.

Not defterinin kapağını açtı. Oyuncağa kavuşmuş çocuk gibi heyecanlandı. Tekrar uzayıp giden portakal bahçelerini süzdü. Dağ ısrarla yerini almaya çalışıyordu. Bir gelip bir gidiyordu. Selim, dağı yerinden söküp attı. Bu kez başka ağaçlar bahçede yer almak için saldırıyordu. Zeytin, mandalina, nar… Bu iklime ait olmayan ağaçlar bile… Selim inatla her yerde portakal bahçesi olmasını istiyordu. Yedişer metre arayla ip gibi dizilmiş portakal ağaçları…

Selim, bir müddet elindeki kalemle kafasını kaşıdı. Neden böyle bir şey istediğini düşündü. Bulamadı. Bulamayınca aramaktan vazgeçti. Bir şeyi yapmak için illa sebep mi gerekir, diye düşünecekken kendisine bir tokat attı. Beyni düşünmeyi -o anda- durdurdu. Selim rahatladı. Selim birden kahkahalarla gülmeye başladı. Galiba bu bir başlangıç, diye düşündü. Kendinden emin bir şekilde defterindeki sayfaları çevirmeye başladı. Daha önce not ettiği şu başlığı buldu:

Akıllı İnsanların Temel Özellikleri

Selim delilikten çok çekmişti. Gerçi onu nezaretten delilik kurtarmıştı ama olsun, delilik onu perişan etmişti. Hızlıca akıllı insanların safına geçmek istiyordu. Bunu delice istiyordu. Bunun için çok uğraşmış, araştırmalar yapmıştı. Bu başlık o zamandan kalmaydı.

Zamanında uğraştığı boş işleri düşündü Selim. Kendine bir tokat daha attı. Dudağının kenarında geçmişteki Selim’e yönelik alaycı bir tebessüm belirdi. Bu tebessümü kendini akıllı insanlar safına taşıyacak ilk işaret olarak değerlendirdi.

Ne saf bir uğraştı dünyanın çivisiyle uğraşmak. Neler gelmemişti başına bu yüzden! Epey kaşınmıştı doğrusu. Düşünce boyutunu geçmiş, dışa vurmuştu bu isteği. Sayfalar dolusu çalışmalar yapmıştı. (Selim’in bu konudaki çalışmaları için bkz. Bir Akıllı Değilin Defteri, Ötesi Mavi 2020.) Bunlar yetmiyormuş gibi bürokrasinin basamaklarını es geçmiş, muhtarı da atlayıp -şimdi muhtar kendisini ihbar ederek bunun intikamını alıyordu- en tepelere taşımıştı çalışmalarını. Ve beklenen son onu bulmuştu. Tam dünyanın çivisini kurcalarken yakalamıştı sistem muhafızları onu. Bir dejavu hissine kapıldı o an. Bu sonu, kendinden önceki birçok delinin kitabında okumuştu fakat aynı şeyin kendi başına geleceğini hiç düşünmemişti. Delilik böyle bir şeydi galiba, kendi başına geleceğini düşünmezdi insan.

İşte o gün dünyanın çivisiyle uğraşmanın delilik olduğunu kabul etmediği için deliydi. Bugün bunun delilik olduğunu damarlarına kadar hissediyordu.

Akıllılığın bir kitabı olsa bunu kolaylıkla başarabilirdi ama yoktu. Ne yapması gerektiğini çok düşündü. Ve bir gün o ışığı gördü: Önce akıllı birini belirleyecek sonra bu kişinin özellikleriyle kendine bir yol çizecekti. Yeni bir yol… Huzur dolu…

Bu insanın muhtar olması gerektiği konusunda karar kıldı. En sevmediği kişiydi ama yapacak bir şey yoktu. Mahallenin en akıllı insanı oydu. Kalemi tekrar eline aldı, kafasını kalemle tekrar kaşıdı, uzun uzun düşündü. En başa muhtarın en önemli özelliğini yazmalıydı.

1. Çok Para

Evet, muhtarın –Selim’in bildiği- en önemli özelliği buydu. Bu kadar paraya nasıl sahip olduğunu babası anlatmıştı ölmeden önce.

Muhtarın bacanağı, harabe bir yerde geziyormuş. Bir gelincik yuvasının önündeki parlaklık dikkatini çekmiş. Yaklaşmış ki ne görsün? Kocaman altın bir sikke! Heyecandan eve kendini zor atmış. Sonra bunu en güvendiği arkadaşı muhtara açmış. Muhtarın gözleri büyümüş. O kadar ki dışarı çıkacakmış neredeyse. Bu iki arkadaş anlaşıp, gelincik yuvasını kazmaya gitmişler. Kimse görmesin diye gece ay ışığında çalışıyorlarmış. Çalışmalarının ikinci gününde karşılarına kocaman süslü bir taş çıkmış. Bunu gören muhtar, yaylanan gözlerini yuvasına yerleştirmiş ve “bacanak,” demiş, “epey soğuk oldu, sabah da olmak üzere, bu iş bitmez… Taşı kapatalım. Yarın aynı saatte yine geliriz.” Bacanağı donan ellerine hohlarken, “doğru söylüyorsun,” demekten başka seçenek bulamamış. Taşın üzerini kapatıp eve gitmişler.

Aradan beş altı saat geçmiş geçmemiş. Muhtar, bacanağını yorgunlukla kuşatılmış derin uykusundan telaşla uyandırmış. “Bacanak,” demiş, “bizim taş yerinde yok!” Bacanak neye uğradığını şaşırmış. “Ne diyorsun sen?” Öyle bir şaşırmış ki yerinde kalakalmış. Yıllarca… Kendisi ömür boyu yoksulluğun dibini kazırken muhtarın kat üstüne kat çıkması kafasındaki şüpheyi bir abideye dönüştürmüş. Bu olaydan, muhtarın ikinci önemli özelliği de çıkıyordu.
2. Adalet

Muhtara göre evrenin ruhu adalet değildi. Almasını bilmekti. İnsanoğlu bunu çözebildiği zaman her şey yerine oturacaktı. Selim, bu konuda muhtarla çelişiyordu. Selim’e göre evrenin ruhu “denge” idi. Selim, bunu düşündüğü için kendine tokat attı. Evet; artık evrenin ruhu “almasını bilmek ”ti.

Muhtar, istemesini de almasını da iyi bilirdi. Nezarette Selim’le görüşmesinde bunu ispatlamıştı. Vakti zamanında annesinden kendisine gelen mektubu göstermişti Selim’e. Mektup babasının ölümünden iki ay sonra yazılmıştı. Haziran 2023.

“Bu ne Muharrem amca?” diye sormuştu Selim mektubu eline alırken. “Bak” dedi, muhtar, “bana hala amca diyorsun; bilmiyorsun!”

3. Hoşgörü

Muhtar geniş bir insandı. Öyle eften püften şeylerle kişilerin ahlakı konusunda hüküm vermezdi. Mesela bekçinin her gece eve giderken Musa Emmi’nin bakkalındaki kırık camdan iki çikolata götürdüğünü pekâlâ biliyordu. Bekçi kendi söylemişti. Bunu yapıyor diye bekçi kötü olabilir miydi? Bekçi emeğinin karşılığını alabiliyor muydu? Bu ahlaksızlık sayılabilir miydi?

Selim, burada biraz düşündü… Sonra kendine bir tokat daha attı. … Musa Emmi terazinin diğer kefesine ağırlık koymuyor muydu? Muhtar buna da hoş görüyle bakıyordu. Bu işler böyle dengelenip giderdi. Mahalledeki hoca da kendisiyle aynı fikirde olduğundan muhtarın içi rahattı.

4. Sabır

Üstlerinden olanca küfrü yediği halde, hiçbir şey olmamış gibi gülebilmesi; bununla kalmayıp belli aralıklarla kendine küfredenlere sevgi dolu mesajlar atması, bu özelliğini açıklamaya yeterdi. Selim, burada kendini düşündü. Neden bir şey olmamış gibi davranamıyordu? İnsanların yüzüne gülebilmek bu kadar zor muydu? Bunu başarmalıydı? Selim, kendine tokat attı… Bu azim soslu bir tokattı.
Belki de muhtarın asıl sabrı, Selim’e gerçekleri anlatmak için yıllarca bekleyebilmesindeydi. Beklemiş beklemiş ve tam zamanında –Selim’in nezarete düştüğü, babasının, hemen ardından annesinin öldüğü bir zamanda- getirip mektubu eline vermişti. Bak, akıllı ol, demişti muhtar, hem seni nezaretten çıkarmış olacağım hem de tüm varlığımızı birleştirmiş olacağız, gücümüze güç katacağız.

Muharrem amca, benim güç birliğine falan ihtiyacım yok, demek istedi Selim. Diyemedi. Muhtarın elinde sopa, arkasından, deli sıpaaaa, diye bağıra bağıra koşmasını hatırladı.

Burada muhtar, Selim’e bir sırrını daha açıklamıştı. “Baban onca portakal bahçesini, malı mülkü nasıl aldı sanıyorsun?”

Selim, şaşkın şaşkın muhtarın yüzüne bakmıştı.

“Aklını başına topla! Bacanağı bıraktıktan sonra o taşı kaldırmak için oraya kimle gittiğimi sanıyorsun?”

O gün muhtar, görevlilere Selim’in akılca -biraz- zayıf olduğunu anlatmış, Selim’in imzaladığı vasi belgesini göstermiş ve beraber çıkmışlardı o karanlık kuyudan. Selim o mektubu ilk okuduğunda kendine tokat atmıştı. Kendini suçladığı için değil o anki düşünceleri zihninden silmek için.

5. —–

Selim kafasındakilere bir başlık bulamadı ama muhtardan öğreneceği en önemli şey buydu: İnsan zihnindeki bazı şeyleri kendinin bile bulamayacağı kuytulara saklayabilmeliydi. İşte bunu başardığı zaman en büyük adımı atmış olacaktı.

Muhtar bunu o kadar güzel yapıyordu ki… Kendini saklı duran bilgilerin tam aksine inandırabiliyordu. Bazen tanrıdan bile saklayabildiğini düşünüyordu bunları.

Bir gün camide hutbe dinliyorlardı. Hoca, isyan ahlakının düşürdüğü sefaleti anlatıyordu. O sırada oturmak için yer arayan Deli Hüsnü’nün ayağı muhtarın omzuna çarpmıştı. Bunu gören imam hiddetle bir basamak yukarı çıkmıştı. “Muhterem müminler” demişti, “lütfen biraz dikkat edelim, bir müminin ayağının başka bir müminin” – bu ikinci mümini biraz daha baskılı söylemişti sanki – “omzuna değmesi caiz olmaz. Bu öyle çikolata çalmaya falan da benzemez, götürüverir hafazanallah!”

Bu son cümleyi de söyledi mi, Selim kestiremiyordu. Bu Selim’in zihninin eklediği bir aldatmaca da olabilirdi. Ama Selim’in aklında hep böyle kalacaktı.

Muhtar o anda Tanrı’nın bile ulaşamayacağı kuytulara küfürleri istiflemiş ve müthiş bir sevecenlikle tebessüm etmişti. Bu Selim’i çok etkilemişti. İşte Selim bu olabilmeliydi. O-la-bil-me-liy-di. Selim, bu maddenin başlığını “siyaset yapmak” şeklinde yazmayı düşündü fakat emin olamadığı için bundan vazgeçti.

Nihayet başlıkları tamamlamıştı. Yazılacak, daha çok madde vardı ama şimdilik yeterliydi. Önce bunları sindirmeliydi.

İçi içine sığmıyordu. Sonunda delilikten kurtulacaktı. Tek yapması gereken bir zikir gibi bu maddeleri okumak, okumak ve özümsemekti. Gözlerini yumdu. Kendini uçuyor gibi hissetti. Özümsemek için bir kere daha okumaya başladı. Özümsemediği yere gelince kendine tokat attı. Rahatladı, güldü. Arada muhtarın nezarette kendine verdiği mektubu okuyordu. Mektupta Selim’in asıl babasının muhtar olduğu yazılıydı. Sonra tekrar maddeleri okudu. Sonra vasi belgesini… Bir ara kendine o kadar tokat attı ki sinirleri gerildi. Belki dengesi bozuldu. Belki de bile isteye kaldırıp attı aşağı kendini.

Balkon yüksek olmadığı için Selim ölmedi. Başı taşa geldiği için biraz sarsılmıştı. Ayağa kalktı. Zihnini yokladı. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Yalnız arada bir kendine tokat atma isteği doğuyor, ardından gülüyordu.

Selim artık kuş gibiydi. Arada küfrediyor, bence hiç açmayacaktınız diyor; daha fazla küfrediyor, hafifliyordu. Sokakta onun bu halini görüp üzülenler oluyordu. Hele onlara büyük bir zevkle gülüyordu. Kimse neyden kurtulduğunu bilmiyordu. Ne kurallar yığını vardı artık ne dünyanın çivisi. Her yer portakal bahçesi…
Dünya Selim için dönüyordu.

Adem Tekden

Leave a Comment

İlgili İçerikler