0

Galeyana gelen kalabalık sel uğultusunu andıran bir sesle akmaya başlamıştı. Şaşkın ve heyecanlıydın. Kalbin, dizlerin pelte gibi titriyordu. Kafesin içinde rüzgâr yemiş ekin gibi dalgalandın. “Dilim sürçerse, kelimeler gagama takılırsa?” diye içini ezen bir endişeye kapıldın. Yüreğinin durmadan taştığı bir anda mübaşirin adını söylediğini duydun. Elinin ayağının hızı kesilmiş, gözlerinin görme gücü zayıflamıştı. Soluk alış verişlerin değişiverdi birden. Başını kanatlarının arasına sokup iyice küçüldün. Ses kulaklarında yankılanıyordu.

“Bayan Binnaz! Lütfen şahitlik için salona giriniz.”

Bir yay gibi gergindin. Gagan heyecan dolu bir iniltiyle büzüldü. Buhar buhar terledin. Nefesin gittikçe derinleşti. Benzin sonbahar yaprakları gibi gazellenip uçtu. İlk kez hâkim önüne çıkacaktın. Uzun süren suskunluğunu bozacak, boşanma davasının üçüncü celsesinde şahitlik yapacaktın. Dava sonuçlanınca yazılı ve görsel basının atacağı manşetleri de merak ediyordun bu arada.

“Şok! Şok! Şok! Binnaz’ın şahitliği Sakine’yi servete boğdu. Bu şahitliğe en çok da Celȃli şaşırdı!”

“Sakine kim, Binnaz kim, Celalli kim, pardon Celȃli kim diye merak ettiniz değil mi? Öyleyse arkanıza yaslanın, hikâyemiz şimdi başlıyor…” dedin okura.

Sakine’yle ilk tanıştığınız gün isminiz henüz konulmamış üç minik yavruydunuz. Sahiben, Sakine’nin üst katında oturan Nazlı Hanım’dı. Küçük kanat çırpınışlarıyla uçmaya çalışırken sizi gören Sakine, önce tatlı diliyle sonra da şefkatli elleriyle okşamaya başladı. Sesindeki sükûn ta uzaklardan duyulan dalgaların tatlı hışırtıları kadar yatıştırıcıydı. Sen erkek kardeşlerine göre biraz daha oynaktın. Badem şeklindeki gözlerini kısmış, sevgiyle seni takip ediyordu. Sevgisini ölçeksizce göstermekte cömert olan Sakine’yi çok sevmiştin. Doludizgin bir coşku sergiledin. Ona doğru uçtun, omuzuna konup şaklabanlık yaptın. İncecik sesinle şakıdın. Velhasıl şımardın da şımardın. İyice yorulan sizleri kafesinize koyan sahibeniz, Sakine’yle odadan çıkmadan uyuklamaya başladınız…
Sakine’nin şen sesiyle gözünü açtığında çok sevindin. Elinde süslü bir kafes vardı. Nazlı Hanım, ince uzun parmaklarıyla seni yakaladığı gibi Sakine’nin avucuna koyuverdi. Önce ıslak ve sıcak öpücüklere boğuldun sonra da senin için satın alınan kafesin içine… Birkaç merdiven inince yeni yuvanın salonuna, fiskos masasının üstüne konuluverdin. Ailenden ayrılmıştın ama sevgi sözcükleriyle sarmalanış mutlu ediyordu seni…

Akşamüstü tüm neşen kursağında kaldı. İnce uzun bir erkek sırnaşık bir ses tonuyla:

“Nerden çıktı bu sirk cambazı kılıklı, beyinsiz kuş Sakine?”

“Tanıştırayım, adı Binnaz. Benim yeni can yoldaşım Celâliciğim.” diye cıvıldadı genç kadın.

“Ne Binnaz mı? Adını verdiğin yazlık komşun kadar akılsız ve gevezedir mutlaka…”

Seni aşağılar tarzda konuşması hiç hoşuna gitmemişti.

“Ben beyinsiz değilim bayım! Aklım var fakat siz insanlar gibi fikrim yok!” diyecektin, demedin. Adı Celȃli olan evin beyini hiç sevmedin. Ona çok yakışan “Celalli” ismini takıverdin. “Sirk cambazı kılıklıymışım, beyinsizmişim. Daha neler!” diye söylendin içten içe. İnsan damarı pek çalışmayan, marazi yapılı Celȃli’nin yanında bir daha ne konuştun ne de şakıdın…

Adlarındaki uyumsuzluk boy ve kilolarına, huylarına, damak zevklerine sirayet etmişti. Geceyle gündüz gibi ayrı düşmüşlerdi birbirlerinden. Sakine, evcimendi. Diğeri dışarı hayatı seviyordu. Sakine adı gibi munisti. Celȃli ise celalli… Biri çayını şerbetli severdi diğeri şekersiz. Biri salçalı öbürü domatesli isterdi. Biri pirinç diğeri bulgur yerdi. Sakine tatlı dilliydi diğeri nadan. Sakine işkolik, Celȃli rahatına düşkündü…

Sakine’nin aklıselimine, azim ve iradesine hayrandın. Dirayetli ve basiretli oluşu nedeniyle iki zıt insan kavgasız, gürültüsüz sakin bir hayat yaşıyordu evde…

Son günlerde haftanın birkaç gününü şehir dışında geçiren Celȃli’nin olmayışı yüzünden pek huzurluydun. Konuşmayı, şakımayı çok seven sen iyice coştun. Sesi dağlardan, vadilerden geçip giden ırmak gibi huzur veren Sakine ile cıvıldaşıp durdunuz. Günün her saatinde ev işi yapmayı seven Sakine, kafesi kaptığı gibi neredeyse oraya taşıyordu seni. Keyfinize diyecek yoktu. Et ile tırnak gibi olmuştunuz neredeyse…

Celâli evde olduğu zamanlar tüm vaktini televizyon başında geçirirdi. Seyrettiği pek söylenemez zira elinden telefon düşmezdi. Sakine arada bir salona girer ya bir fincan kahve ya da bir bardak çay getirirdi Celâli’ye. Hoşlanmadığını bildiği için kocasının yanında hiç laf atmazdı sana…

Bir akşam Sakine yine ütü yapıyordu yatak odasında. Sen kafesinde uyukluyordun. Celali TV’nin sesini kısıp telefonuna sarıldı. Bu gece ne kadar ince ne kadar zarif konuşuyordu. Kaba adamın zımpara gibi sözlerine alışkın (!) olan sen dikkat kesildin. Arada bir sarf ettiği sevgi sözcüklerinden anladın bir bayanla konuştuğunu. Dinlemeye başladın.

“Aman Allah’ım! Ne güzel hitap ediyor, böyle yumuşacık konuşmasını biliyormuş demek ki bu pis çapkın…”

Özür dilemeler, kendisini affettirmek için yaptığı kaçamak planları…

Kahve içmek için Berna Hanımlara gitmiştiniz bir sabah. Koyu sohbet sırasında lafı geçti Celȃli’nin. Hemen kulağını diktin. Sakine son günlerde kocasının kendisine daha müşfik, tatlı dilli ve ilgili davrandığından, gardırobunu yenilediğinden bahsediyordu. Leman Hanım:

“Şekerim, sakın seni aldatıyor olmasın? Kırk yıllık Celȃli Bey’i tanımasak inanacağız nerdeyse değiştiğine. Ayol adam, pardon Celȃli Bey yanımızdan geçerken bile selam vermez hiçbirimize. Kesin dediğim gibidir. Kesin…”

Berna Hanım da bu konuda dertliydi demek ki söze karıştı:

“Tatlım, aynı tavanın balıklarıdır erkek milleti. Farklı denizlerde kulaç atmaya meyillidir çoğu. Ahh! Bir fırsatını bulsalar var ya…”

“Aksidir, sinirlidir ama yapmaz benim kocam öyle şeyler…” demişti, Sakine.
Dışarıda daha fazla vakit geçirmeye başlayan Celȃli’nin bahaneleri çoğalmıştı. İl içi, il dışı bayi ve iş toplantıları, seminerler, eğitim programları… Dönüşünde çeşitli hediyeler, Sakine’nin sevdiği aranjmanları getirmeler, evde çok yorulduğundan bahisle dışarı yemeğe götürmeler…

Sakine akşamları ev işi yaparken ahizenin öte tarafındaki bayanla oynaşan Celali’nin davranışları iyice canını sıkmıştı. Leman Hanım doğru söylüyordu. Bal gibi de aldatıyordu Sakine’ni. Canlı, kanlı şahidiydin yapılan ihanetin. Sustun… Çok sevdiğin Sakine’yi üzmemek için sustun… Duyduklarını kazara ağzından kaçırmamak için…

Keyifsizdin. Ne şımarmak geliyordu içinden ne de şakımak. Gerçi suskunluğa gark olmana pek mânâ veremeyen Sakine için için üzülüyordu senin için. İhanet başka bir şeydi, altından kalkılamayacak felaketti bir kadın için…

İşin suyunu iyice çıkaran Celȃli’nin yaptıkları beş çayı ve sabah kahvesi için bir araya gelen birkaç hanım tarafından iyice konuşulur olunca Sakine nihayet anladı toz kondurmadığı kocasının yediği herzeleri. Konu açılınca önce inkâr yoluna giden Celȃli sonraları dikleşti.

“Sen, gece gündüz ev işi yap. Benden esirgediğin alaka ve şefkati şu aptal kuşa göster. Sonra da aldattın diye feveran et… Şahidin varsa açarsın davayı. İspatlarsın ihaneti, alırsın yüklüce nafakayı.” deyip resti çekti.

Celȃli’nin bu sözleri ikinizin de ruhunda derin yaralar açtı. Dilini çözecek, “Nereden çıktı bu sirk cambazı kılıklı, beyinsiz kuş Sakine?” diyen Celȃli’nin en mahrem sırlarını faş edecektin. Hem de hepsini…

Mübaşirin sözleri tekrar kulaklarında yankılandı.

“Bayan Binnaz! Lütfen şahitlik için salona giriniz.”

Fatma Türkdoğan

Leave a Comment

İlgili İçerikler