İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Koğuşun kapısının açık kalan aralığından muzır çocuk edasıyla içeriye giren soğuk, havayı değiştirmeye başlamıştı. Her sabah yinelenen bir sahneydi bu. Kimi galiz küfürler savurarak battaniyesini başını da içine alacak şekilde çekerek tekmil bedenini örterdi; kimi ise soğuk havayla dolan koğuşun kötü kokusunun dağılmasına sevinircesine gerinir, kalkmaya yeltenirdi. Tufan da bir güzel gerindikten sonra:
“Kerem, hadi kalk!” dedi
Uykuya doymazlığın en canlı timsaliydi Kerem. O yana bu yana dönenir, illa ki birinin dürtmesini beklerdi. O da genelde Tufan olurdu.
Kahvaltıdan sonra ellerinde baretleri, üzerlerinde fosforlu yelekleri ile çalışacakları binanın onuncu katına doğru yola çıktılar. Bir ara kafasını kaldırıp gökyüzüne, o delice maviye takıldı gözleri. O güzelim som mavinin, inşa edilen her bir gökdelen sayesinde lime lime kesildiğini düşünürdü, naçar…
Binanın önüne geldiklerinde iş güvenliği tabelasını gördü, uyarılara şöyle bir göz gezdirdi; gülümsedi kendi kendine gözünün birini kısarak. Kerem:
“Ne oldu amcaoğlu gene?” dedi eliyle baretini düzelterek.
“Şu tabela o kadar gülünç geliyor ki, insanın aklıyla dalga geçmekten başka bir şey değil!”
Geçen hafta sekizinci kattan düşerek ölen Ahmet’in hayali canlandı gözlerinde, sonra mahcup karanlık merdivenlere doğru ilerlediler suskunun ışığında…
“Hadi başlayalım güvenliği sağlanmış çalışma odamızda!” diye muzip bir edayla çimento torbasını beton zemine boşalttı.
“Beğenemedin mi oğlum,” dedi Kerem, “burası senin o hayalini kurduğun beyaz masalarla bezeli, beyaz yakalı parlak suratlı arkadaşlarının olduğu iş ortamına benzemez.” diyerek gülümsedi ağzı dolu dolu…
Tufan geçtiğimiz yıl üniversiteyi bitirmişti. Arkeoloji bölümünü kazanırken de okurken de bitirirken de köydeki ailesinden şu soruyu işitmişti biteviye: “ Bunun okulunu okuyunca ne iş yapacan yahu?” İçinde birçok pragmatik anlam taşıyan bu soru her aklına geldiğinde, şantiye alanının neresinde olursa olsun ironinin dehlizlerine iner ve gülümserdi sebepsiz. Çoğu çalışan da Tufan’ın ahvalini görür ve “Yine ne geldi bu okullu çocuğun aklına?” der gibi şaşkınvari bakarlardı.
Okulu bitirince, Kerem’in nükteli sözlerine konu olan beyaz masalı işin hayalini kurmuştu büyük bir tutkuyla. Kurdu kurmasına ama memlekette istemekle sana sunulan arasındaki uçurum o kadar fazladır ki, kurulan hayal, sarı sıcakta bir çiçeğin topraktan aldığı suyu gövdesine götüremeden kuruması misali çabucak dağılıverirdi. Bir de üzerine ekonomik kriz bengi dönüşünü tamamlamış yine yeniden hayal kırıcılığı görevini yerine getirmişti. Tufan el mahkûm, temel ihtiyaçlarını karşılamak için baba mesleğini, Kerem’in çalıştığı şantiyede icra etmeye başlamıştı. Kibrit kutusundan hallice barakalarda kalarak kira belasından da kurtulmuştu şimdilik. İşte bu ahval üzerine bir yanı eksiktir hep; fiziksel açlıkla bilişsel açlık arasında gider gelir.
Spatulayla özenle yaydığı harcın üzerine tuğlayı koyarken yaptığı işin değerini düşündü. O kadar hızlıydı ki her şey; birkaç ay içerisinde koca koca binalar yapılıyor, hayatlarının belki de en güzel yıllarını bu evleri almak için ipotek ettiren insanlara satılıyor, sonra tekrar yıkılıyor, tekrar yapılıyor, tekrar satılıyor, döngü hiç şaşmıyor. Sisifos’un kayanın o tepede durmayacağını bilmesine rağmen yine de kan ter içerisinde yukarıya taşıması gibi insanlar da çok iyi bildikleri kısır döngüde hayatlarını heba ediyordu. Aklına, stajyerliğini yapmak üzere ilk kazı alanına gittiğinde, hocasının bulduğu kırık dökük heykelciğe bakarkenki sevinci geldi. Sade sevinç değildi o, aşktı; buluşmasıydı belki de insanın binlerce yıl önceki insanla…
Taş üstüne taş koyanın süslediği hayallerle, taş bulanın içine düştüğü hayal…
Bu çelişkiyi Kerem’e anlatmak istedi ama vazgeçti. Çelişkinin üzerine derinleşmek gerekiyordu, şimdi ne zamanı ne de yeriydi. Her şeyi konuşabilirdi onunla, anlayıp anlamamasının, hissedip hissetmemesinin hiçbir önemi yoktu. Ama şimdi konuşmak istememişti. Harçtan bir avuç aldı, işine dalıp gitmiş olan Kerem’in fosforlu yeleğine doğru fırlattı. Kerem de ona önündeki tahta parçasını attı, gülüştüler. Sonra;
“Kerem, hafta sonu arkeoloji müzesine gidelim mi? Çok güzel heykeller, lahitler var, hepsinin şeceresini anlatırım sana.”
“Tufan, oğlum ben ne anlarım lahitten mahitten, sinemaya gidelim.” dedi elini iki yana sallayarak.
“Tamam, bu hafta sinema, haftaya müze, söz mü?”
“Bakarız, bakarız,” diye geçiştirdi Kerem. Sözü almanın sevinciyle, ileride kim bilir hangi sohbetlerin yapılacağı balkona çıkıp su şişesini kafasına dikti; gözüne karşıdaki kafede kitap okuyan insanlar ilişti. Önlerinde içecekleri, kitaplarının üzerine odaklanmış, bu dünyadan kayıp gitmişlerdi. Apansız bir heyecan fırtınasının içine düştüğünü hissetti; bir istek bir tutku sardı tekmil bedenini, kalp atışları hızlandı. Nicedir okuyamıyordu ve bir anda onun açlığını hissetti. Elindeki malayı yere attı, hızlı adımlarla aşağıya inmeye başladı. Tırabzan yerine çekilen elektrik kablolarıyla güvenliğin ne kadar sağlandığını gördü, acı acı gülümsedi. Duvardan yana hızlı hızlı aşağıya indi. Karşıdaki kırtasiyeye girdi.
“Ne tür romanlarınız var?” diye sordu ama cevabını beklemeden gözü raftaki romana ilişti: Karıncanın Su İçtiği. Parasını ödedi ve çıktı. Hafriyatçıların durduğu verandanın altına geldi, baretini, yeleğini çıkardı ve hiçbir şeyin veremeyeceği saadetle okumaya başladı.
Kerem önce ne olduğunu anlamadı. Merdivenlerden inerken “Tufan” diye bağırmış, ama oralı bile olmamıştı. İşine dönmüştü. Ustabaşı, Tufan’ın nerede olduğunu sordu, bilmediğini söyledi, birazdan gelir diye geçiştirdi. Balkonun kenarına gelip şantiye alanına göz gezdirdi, karşıda verandada kitap okuyan Tufan’ı gördü. “Tufan” diye bağırdı ama ses sahibine ulaşmadan kayboldu, yitip gitti. Küreği harca doğru fırlattı, merdivenlere doğru hızlandı. Verandaya yaklaştığında elindeki çakıl taşını Tufan’a fırlattı
“Ya hu sen ne yapıyorsun?” dedi, “yukarıdan bağırıyorum, hiç oralı bile değilsin. Ustabaşı canhıraş seni arıyor, ‘işler kaldı’ diye dönenip duruyor.”
“Kitap okuyorum amcaoğlu, hem kitap okuyana hiçbir emekçi dokunmaz!” dedikten sonra gözünün birini kısarak gülümsedi.
“Hadi gidelim, ustabaşı yukarıdan bakıyor.” Tufan cevap vermedi, kitabına döndü. Kerem elinde bareti öylece kalakaldı bir süre, cevap beklercesine. Bir taraftan da ustabaşının kulakları tırmalayan sesi geliyordu. Kerem, ustabaşına dönerek:
“Tamam, geliyoruz,” dedi sertçene.
Tufan’ın gelmeyeceğini anladı, ama kızgınlık yoktu yüreğinde. Okumak nemenem bir şeydi böyle, diye düşündü.
“Ben gidiyorum amcaoğlu işleri toparlamaya, sen de gelirsin sonra!”
Kafasını kaldırdı, Kerem’in yüzüne baktı, mutlandı.
Saatler sonra arınmışçasına Kerem’in yanına çıktı. Bambaşka bir insandı sanki küreği eline aldı, işe girişti. Bir ara Kerem;
“Amcaoğlu o kocaman kitap karıncanın nasıl su içtiğini mi anlatıyor?” dedi merak edercesine.
Tufan’ın kahkahası bütün şantiyede yankılandı.
Sinan Şuekinci