SARNIÇTA ZAMAN Küreğin her suya dalışında kalbimin atışı hızlanıyor, taş duvarlarla çevrelenmiş ıslak bir yalnızlığın ortasında, dik başlı sütunların arasında süzülürken kayık, zaman labirentinde...
Hayat diye algılanan savaşa ilk katılanlardan olmak için, yaşamı soyluca ezberledik.
Artık nerede duracağımızı bilemiyoruz. Hangi mekânın içinde? Hangi gökyüzünün altında? Hangi düzenin yanında? Hangi kargaşanın kaosunda? Bilemiyoruz! Soruları çoğaltmak mümkün. Fakat tüm soruların aynı gerçeği yansıttığı bir hakikat. Kim olduğumuzu bilmediğimiz müddetçe sorular etrafında dönüp dolaşmak kaçınılmaz oluyor. Zaten kim olduğumuzu bilseydik, durmamız gereken yerde olacağımız muhakkaktı. Durumumuz böyle olmadığı için, soru işareti eklediğimiz tüm cümleler bizi ele veriyor.
Kim olduğumuzu bilmiyoruz. Yerimizin neresi olduğunu da bilmiyoruz. Kendimizi tanımlamakta kullandığımız aciz ve gizil cümleler, koskoca belirsizliğimizi ifade etmekten öte bir anlama ulaşamıyor. Bunun için kim olduğumuzu söylersek söyleyelim; o değiliz. Nerede durduğumuzu tarif ettiğimizde de, işaret ettiğimiz yerde değiliz. “Knut Hamsun’un, Pan isimli kitabında yazdığı gibi: Şuracıkta oturan ben miyim?”
Mekân ve zamanın içinde nesneleşmiş ve öznel gerçekliğini bulamamış bir sır olarak kalıyoruz. Adeta sırlar içindeki anlamsızlığımıza sonsuz sorular sorarak, nihilizmin büyüsüne kapılıyoruz. Çoğu zaman nihilizmin doğası gereği bu kayboluş bize haz verse de, o içimize sığmayan huzursuzluk bizi, boğamızdan sıkarak, bize kendini hatırlatmaya devam ediyor. Panik içinde tutunmaya çalıştığımız her şey, bir nefes gibi ellerimizde kalıyor.
Duracak bir yer ve düşünce bulamamak, durmamız gereken yerin ve düşüncenin hiçbir yeri oluyor. Biz hiçbir yerdeyiz.
Tıpkı denizin içinde ömrümüz denizde geçmesine rağmen, denizi tanımayan ve sadece içgüdüsel olarak içinde yaşadığı denizde ömür süren balıklar gibiyiz. Gökyüzünde kanat çırpan kuşların, gökyüzü hakkında bilgi sahibi olmamasına benziyor hayatımız ve niçin yaşadığımızı bilemeyişimiz.
Görüntülerin uçsuz bucağındayız. Suskun ve tanıdık yüzler gibi ilişkilerimiz. Hiçbir şeyi göremeyen ufkumuza bakıp dalıyoruz. Geçmişimizin başı kayıp. Ve geleceğimiz taşlara takılarak düşen sabırsız adımlarımız gibi.
Ayrıntılarla ilgilenmeyen aklımız, hayatı sadece takvimlerden ibaret sanırken, bizler hep yeni bir hayatın eşiğine anlamsız giriyoruz. Bu nedenle savunmasızız. Hayat sınavında yenilirken her şey bize aynı geliyor çünkü daima yenilen insan, hiçbir zaman gerçeklerle yüzleşmemiştir. Ve allayıp pulladığımız gösterişli hayatlarımız, koskoca yalanlarımızın uçlarına taktığımız süsler oluyor.
Unutarak soyutlandığımız insanlık atmosferimiz ise, mutluluğu ve hakikatleri örseleyerek, yıkıntılar içinde kaldığımız harabe, yarınlarımız oluyor.
Heybet Akdoğan