0

Ayaklarına prangalar vurulmuş mahkûmlar gibi hissediyorum şu an kendimi. Karla kaplı şehrin dört bir yanını dolanıyorum yiyecek bulabilmek için. Gecenin kapkara örtüsü altında, ayazın etkisinden buza çekmiş karların altında yiyecek arıyorum umutsuzca. Karnımın gurultularını kulaklarımda duyuyorum. Benden başka ne insan ne hayvan var bu lambaları bile sokaklarına küsmüş gibi duran köhne şehirde. Ne kadar zaman oldu annem ve babamı kaybedeli tam hatırlamıyorum. Belki iki belki de üç ay. Ne vardı sanki ormanda rengârenk kelebeğin peşine düşecek? O uçup gittiğinde yolumu kaybetmiş evime dönememiştim. Anne babamı da göremedim bir daha o günden sonra. Golden cinsi, sarı tüyleri olan yavru bir köpeğim ben.

Adım Güneş. Pırıl pırıl bir günde, birdenbire yağmur bulutlarının arasında kaybolan güneş gibi kayboldum ben de. Günlerce dolandım, aç kaldım, susuz kaldım. Piknikçilerden arta kalanları yemek istediğimde büyük köpekler bana izin vermediler, kovdular. Birkaç kez aynı olay tekrarlanınca ormanda barınamayacağımı anlayıp, şehre inmeye karar verdim. Belki kendime barınacak bir yer ve yemek bulabilirdim. Günlerce yürüdüm ve şehre ulaştım. Bu arada havalar iyice kötüleşmiş her yeri kar kaplamıştı. Çöpler bile karların altında kalmış, bir de buzlanınca ulaşmak imkânsız hale gelmişti. Arada tek tük bir aşağı bir yukarı gidip gelen insanlar görüyordum. Buzda kaymamak için penguenler gibi yürüyüp geçiyorlardı yanımdan. Bu halleri komik geliyordu bana ama açlıktan gülecek halim bile kalmamıştı. Acaba ben görünmez mi olmuştum? Çünkü kimse yiyecek bir şey vermiyordu bana. Yoluma devam ederek, çorbacı olduğunu düşündüğüm bir dükkânın yanındaki apartmanın kuytusuna uzandım. Bu şehir çok büyük olmadığı için fazla dükkân yoktu çarşıda. Bazıları akşamüzeri kapatıp gidiyor, ertesi sabah geliyorlardı tekrar dükkânı açmaya. Ama kimsenin aklına da bana bir lokma ekmek olsun vermek gelmiyordu nedense? Biliyordum onlar kötü insanlar değildi, hayat onları o kadar çok yoruyordu ki, neredeyse kendi varlıklarını bile unutmuş gibiydiler.

Oturduğum yerde bunları düşünürken açlık ve yorgunluktan gözlerim kapanmaya başlamıştı. Uyursam, açlığımı daha az hissederim belki diye düşündüm. Gözlerimi kapatmış, tam uykuya geçeceğim sırada bir hışırtı sesiyle gözlerimi yeniden açtım. Küçük bir çift ayak duruyordu başımın yanında. Hafifçe başımı yukarıya doğru kaldırdım. Sekiz ya da dokuz yaşlarında, eli yüzü kir pas içinde bir çocuk, elindeki yarım ekmek dönerden büyükçe bir parça koparmış uzatıyordu bana. Önce tepki vermemeyi düşündüm. Ne kadar aç olsam bile, belli ki o da benim gibi hem kimsesiz hem de açtı. Sonra bana doğru eğildi ve başımı okşadı. “Hadi ye, zayıflığından anlıyorum sen de açsın benim gibi. Kardeş payı yaptık işte” dedi. Daha fazla dayanamadım. Günlerdir aç olmanın vahşice iştahıyla önce koklayıp sonra bir güzel yedim uzattığı ekmeği. Küçük arkadaşım da apartmanın kuytusundaki merdivenlere oturmuş elindeki ekmeğini yemeğe çalışıyordu. Yalana yalana gidip ayakucuna oturdum. Bir eliyle başımı okşuyor, diğer eliyle de ekmeğini tutuyordu. “Ne güzel bir köpeksin sen. Çok da aç kalmışsın sanırım. Yoksa senin de ailen yok mu benim gibi?” dediğinde az önce birazcık yemek gönderebildiğim midem birden kasıldı. Kendimden çok onun haline üzülmüştüm aslında. Bu soğukta küçük bir çocuk olarak, sıcacık yuvasında ailesiyle birlikte olmalıydı. Küçük arkadaşım anlatmaya başladı.

“Annemi ve babamı bir trafik kazasında yedi yaşındayken kaybettim. Başka kimsem olmadığı için, kaza yerine gelen polis amcalar beni yetiştirme yurduna verdiler. Kazada çok korktuğumdan olacak epey bir süre konuşamadım, âdeta dilim tutulmuştu. Konuşmak için çabalıyor, ağzımı açıyordum ama sesim çıkmıyordu. Bu nedenle okulumu da bırakmak zorunda kaldım. Bütün gün, yurtta benden büyük çocukların ayak işlerini yapıyordum. Çünkü yapmayınca beni ya dövüyorlar ya da Müdür amcaya şikâyet ediyorlardı. Yani senin anlayacağın ya çocuklardan ya da Müdür amcadan dayak yiyordum.”

Karnım biraz olsun doymuş, üzerime bir uyku hali çökmüştü ama küçük arkadaşımın hikâyesi o kadar hüzünlü ve acıydı ki merak ediyordum doğrusu, uykuya biraz daha direnmeye karar verdim. Devam etmesini istediğimi anlasın diye, başımı sevgiyle bacaklarına sürttüm. Anlamıştı sanki ya da zaten anlatmak istiyordu.

“Güzel köpek, demek benim hikâyemi dinlemek istiyorsun. Ee arkadaş olduk artık, devam edeyim de dinle” dedi. “Yurtta dayak ve üzüntü ile geçen bir yıldan sonra artık her şeyi öğrenmiş, yurdun tüm düzenine alışmıştım. Ama ne yaparsam yapayım dayak yemekten kurtulamıyordum. Bir türlü beni aralarına almak istemiyordu diğer çocuklar. Her hareketim, her davranışım suçtu onlar için. En sonunda yaptıklarına dayanamadım ve yurttan kaçtım. Nasıl olduğunu ben de bilmiyorum ama kısa bir süre sonra konuşmam da geri geldi. O günden beri sokaklarda yaşıyorum. İlk zamanlarda gidecek yer bulamadım. Hem saklanacak, hem kalacak yer bulmak zor oldu. Sonra şehrin uzaklarında yapılan, bekçisi olmayan atıl durumdaki inşaatları keşfettim. Kimse gelip gitmiyordu oralara. Gündüz şehre gelip çöplerden yemek bulmaya çalışıyor, bulursam yiyor bulamazsam aç yatıyordum. Sonra karton ve kâğıt toplayan çocukları gördüm. Gizlice onları takip ettim. Tüm gün şehri dolaşarak karton, kitap, eski gazete gibi şeyler topluyorlar, akşam olunca da topladıklarını bir depoya götürüp, tarttırdıktan sonra da para alıyorlardı. Ne kadar sevinmiştim görünce sana anlatamam. Çünkü para kazanacak iş bulmuştum kendime. Yatacak yerim vardı, para kazanınca da karnım doyacaktı daha ne isterdim ki? Zaten istesem de hayat verir miydi bilmiyorum? Bir günde her şey tepetaklak olmuş, bütün hayatım değişmişti. Karton toplayan çocuklar depoyu terk edince, hemen depoya gittim. Temiz yüzlü bir amca beni karşıladı. Sana anlattıklarımın hepsini ona da anlattım. Amca acıdı halime. “Yuvada kalmaya devam etseydin oğlum, okula gider bir meslek sahibi olurdun.” dese de sonunda bana yardım etmeyi kabul etti. Önce yemek ısmarlayıp karnımı doyurdu. Yemeği borç olarak kabul ettiğimi, ilk kazandığım paradan da borcumu ödeyeceğimi söyleyince gözleri yaşardı. Birkaç gün içinde demirden yapılmış, boyuma göre bir araba ve çuval yaptırmıştı bana. Neredeyse bir yıldır yapıyorum bu işi. Bu günde işimi bitirdim, arabamı kaldığım yere bıraktım, kazandığım parayla yemeğimi alıp inşaata dönecekken sana rastladım. Haa bu arada unutmadan söyleyeyim kaldığım yeri de, çöpten bulduğum koltuklar, yorganlar ve biraz da mutfak eşyalarıyla güzelleştirdim. Pencereleri olmayan yerleri, kalın naylonla örttüm. Topladığım odunları yakarak geceleri ısınıyorum. Ev olmasa da eve benzedi be dostum. Tek derdim yalnız olmaktı. Dayak korkusundan kimseye yaklaşamadım. Ama her gece yatarken annemden öğrendiğim duamı ettim. Yalvardım Allah’a, bana bir dost bir arkadaş ver diye. Bak bugün duam kabul oldu. Allah seni bana gönderdi. Ne dersin? Sen benim dostum olur musun?”

O, hikâyesini bitirmiş benden cevap bekler gibi yüzüme bakıyordu. Gözümden akan yaşları ona göstermeden kalkıp yaklaştım ve yüzünü yalamaya başladım. Bir yandan gülüyor bir yandan bana sarılıyordu. Cevabımın evet olduğunu anlamıştı. “ E hadi dostum ne duruyoruz öyleyse burada. Artık evimize gidelim, aç kalmamak için sabah güneş doğmadan işe başlamamız gerek” dediğinde havladım. Dostluğumuz başlamıştı, ikimiz de mutlu mesut evimize gidiyorduk. Benim de hem dostum, hem de evim olmuştu. Yolda yürürken sürekli bir şeyler anlatıyordu bana. Bir ara, “Benim adım Ercan, her şeyi anlattım ama adımı söylemedim sana. Senin bir ismin varsa bile, söyleyemezsin biliyorum. Ama senin çok güzel, sarı ve güneş gibi pırıl pırıl parlayan tüylerin var. Senin adın Güneş olsun mu?” dediğinde bir taraftan havlıyor bir taraftan hoplayıp zıplıyordum. O da kahkahalarla benim halime gülüyordu. Ne yorgunluğumuz ne de umutsuzluğumuz vardı aklımızda. İki dost, yan yana, can cana yürüyorduk artık bilinmez yarınlara…

Seçkin Avcı

Leave a Comment

İlgili İçerikler