SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Nisan 1995
Şafakla birlikte yola çıktıkları için kızlarla oğlan, yolculuklarını uyumakla geçirdikleri gibi Çanakkale’ye geldiklerinde de zor uyandılar. Soma’dan gelmişlerdi. Altı kişiydiler. Yolculardan birisi anne karnındaydı. Beş aylıktı. Kızlardan Çise, lise ikide okuyordu. Okulun en hızlı koşan kızlarından birisiydi. Ortaokul üçüncü sınıftaki Aslı’nın en belirgin özelliği, beline kadar inen gür saçlarıydı. On iki yaşındaki Mete, ilkokul beşteydi. Çise’nin kardeşiydi. Otuzuna ayak basan Nuray lisede tarih öğretmeni, ömür yolunun yarısına giren Murat da maden mühendisi idi. Üç sene önce evlenmişlerdi. Kızlarla oğlan, Murat’ın yeğenleriydi.
Deniz kıyısındaki bir lokantada yapılan kahvaltı sonrası arabalı vapurla boğazı geçerlerken karşı yamaçtaki Mehmetçik siluetine ve büyük harflerle yazılı “Dur yolcu” şiirine takıldı bakışları. “O şiiri biliyorum! Okulda yapılan 18 Mart gününde grup olarak okumuştuk,” diyen Mete, yutkunarak boğazını temizledi. Hazır ola geçip selam verdi. Kızların gülümsemesine rağmen ciddiyetini bozmadı.
“*Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir!”
Geri kalan bölümünü anımsayamadı. Yardımına,
“Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,” diye devam eden öğretmen yengesi yetişti.
“Gördüğün bu tümsek, Anadolu’nda
İstiklal uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir!
Düşün ki; haşrolan kan, kemik, etin,
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir!”
Gelibolu yarımadasındaki ilk durakları Seyit Onbaşı anıtı oldu. Murat, şehit ve gazi kanlarıyla sulanmış bu topraklara daha önce iki kez geldiğini yineleyerek rehberlik yapacağını söyledi. Yeğenlerinin anlayabileceği şekilde rehberin yol gösterici, bilgi verici olduğunu açıkladı önce. Onları yolun karşısına geçirerek, anıtıyla da olsa Seyit Onbaşı’yla tanıştırdı. Sırtında taşıdığı top mermisiyle boğazın sularına ve Anadolu kıyılarına bakan bu yaman Türk askerinin heybetinden etkilendi kızlarla oğlan. Kaldırdığı top mermisinin yüz yetmiş altı kilo geldiğini öğrendiklerinde, hayret ve hayranlıkları daha da arttı. İnanılması güç bu ağırlığın kaldırılmasına Çise’nin aklı pek yatmadı. “Gerçekten bu kadar ağırlığı tek başına mı kaldırmış?” diye sormadan edemedi. “Evet,” dedi Murat. “Seyit Onbaşı, gücüne; kutsal amacını ve inancını da katınca, yarı yarıya bir ağırlık kaldırmış gibi olmuş.” Kızlarla oğlanın inancını pekiştirmek için tarihi olayın anlatılmasını gerekli gördü.
“Çanakkale savaşının başladığı 18 Mart 1915 günü, kıyılarda ve denizde korkunç bir top savaşı yaşanıyor. Boğaza girmeye çalışan düşman donanması tüm ateş gücünü, kıyılardaki ve yamaçlardaki Türk savunma yerlerine yöneltiyor. Bu üstün ateş gücüne rağmen Türk topçuları da, düşman donanmasını boğazdan geçirtmemek için amansız bir mücadele veriyorlar. İşte bu sıralarda düşman donanmasından atılan bir top mermisi buradaki birliğin üstüne düşüyor. Ortalık, cehennem yerine dönüyor. Kırk kişilik birlikten sadece iki kişi yara almadan kurtuluyor. Seyit Onbaşı ve Niğdeli Ali. Geride ise, on dört şehit ve yirmi dört yaralı… Birliğin komutanı da yaralılar arasında. Toplardan sadece birisi ayakta kalabilmiş. Onun da vinci kopmuş. Koca Seyit Onbaşı, yüz yetmiş altı kiloluk top mermisi getirince komutanı, öbür asker ve yaralılar bu insanüstü güç karşısında şaşırıp kalıyorlar. Seyit Onbaşı, sağlam askerin yardımıyla top mermisini namluya sürüyor. Aralıksız ateş kusmaya devam eden düşman donanmasının büyük gemilerinden birisini hedef seçiyor ama tutturamıyor. Tekrar bir mermi daha getiriyor. Attığı ikinci top mermisi, düşman donanmasının en büyük gemilerinden Ocean zırhlısının adeta kalbine saplanıyor. Dümeni bozulan gemi, çevresinde dönmeye başlıyor. Donanmanın öbür gemileri ateşi bıraktıkları gibi oradan kaçışmaya çalışıyorlar. Dümensiz gemi, bir gece önce denize döşenen mayınlardan birisine çarpıp, büyük bir patlamayla kısa sürede denizin dibini boyluyor.”
Kızlarla oğlanın yüzlerinde sevinç beliriverdi. Murat: “Oradan kaçmakta olan yine büyük bir savaş gemisi yanlış yöne giderek mayına çarpıyor. O da denizin dibine doğru kaynayıp gidince düşman donanması iyice panikliyor. Birkaçı da topçularımız tarafından yaralanıp savaş dışı bırakılınca, düşman donanması büyük kayıplar vererek kurtuluşu geri çekilmede buluyor. Seyit Onbaşı, işte o gün savaşın kaderini değiştiren kahramanlardan birisi oluyor. Yüksek rütbeli komutanlarca kutlanıyor. İnanmayanlar olabilir sanıyla fotoğraf çekimine geçiliyor. Koca Seyit, poz vereceği sırada top mermisini kaldıramıyor.” Kızlarla oğlan hafiften gülerken Nuray, gülümsedi. Murat: “Seyit onbaşı, Allah bizleri, bir daha o durumlara düşmekten korusun. Düşersek eğer, yine kaldıracağıma eminim diyor. İşte bu Koca Seyit Onbaşı, aralıksız tam dokuz yıl askerlik yapıyor.”
Kızlar, oğlan ve Nuray, daha bir hayranlık ve minnetle baktılar anıta… Murat, karısı ve yeğenlerinin, kahraman Koca Seyit Onbaşı’yla ilgili bir başka konuyu da bilmelerinde yarar gördü.
“1936 yılında Balıkesir-Çanakkale yolunun açılışı sırasında Atatürk, Edremit’e geliyor. Çanakkale Savaşı’nda bizzat gördüğü ve korkunç savaşta yaşadıklarını kendisinden dinlediği Koca Seyit’i hatırlıyor. İlçedeki yetkililere Koca Seyit’i soruyor. Hiçbiri onu tanımıyor. Atatürk, Manastır köyünden olduğunu söyleyip bulmalarını istiyor ve şu serzenişte bulunuyor. ‘Sizi onunla tanıştırmak istiyorum. Yaptığınız, milletin kahramanlarına vefasızlıktır. Kendisini tanıyın ki, bu topraklarda yaşamanın bir bedeli olduğu bilinsin.’ Kaymakam ve mahiyeti, atlara bindikleri gibi köye gidiyorlar. Koca Seyit köyde yok. Ormana odun kesmeye gitmiş. Acele gelmesi için haber salınıyor. Koşarcasına gelen Koca Seyit, yıkatılıp tıraş ettiriliyor. Giydikleri çok pırpıtmış. Başkaca giyecek elbisesi de yokmuş. Nahiye müdürünün yepyeni elbisesi giydiriliyor. Hızlı sürülen at arabasıyla Edremit’e getirilip Atatürk’ün huzuruna çıkarılıyor. Sırf Koca Seyit’i görmek ve onunla görüşmek için beş-altı saat bekleyen Atatürk, eğreti elbiseler içinde gördüğü Koca Seyit’i toplum içinde utandırmak istemiyor. “Koca Seyit, bu elbise sana çok yakışmış,” diyerek iltifat ediyor. “Onu nereden satın aldın?” diye soruyor. Koca Seyit; “Paşam, sizin geldiğinizi haber verdiler, çok sevindim,” diyor. “Beni arattığınızı duyduğumda dünyalar benim oldu,” diye devam ediyor. “Bana bu elbiseyi giydirdiler. Kaymakam bey öyle uygun gördü.” Atatürk, Koca Seyit’le konuşmasının ardından orada bulunanlara şu dersi veriyor. “Siz, vatanı için, milleti için, namusu için canını ortaya koyan böyle insanları bu kadar mı tanıyorsunuz? Eğer siz onları tanımazsanız geleceğinizi göremezsiniz. Hedeflerinizi bilemezsiniz.”
Gençler, Koca Seyit’in anıtını sevecenlikle okşadılar. Yetinmeyip öpücük kondurdular…
**
Şehitlere duyulan saygı, anıtın heybeti ve hafiften esen rüzgârın bile anıttan geçerken yaptığı uğultu, derin bir vatanseverlik deryasına götürüyordu onları. Çanakkale Şehitleri Anıtı önünde, tarihin havasını her soluyuşta yüreklerinin kıpır kıpır attığını hissediyorlardı. Görkemli böyle bir anıtla da olsa aziz şehitlerle bütünleşmenin manevi duygusallığı içinde buluyorlardı kendilerini. Anıtı görmeye gelen Türk ziyaretçiler gibi yabancı ülkelerden gelenlerin de derin bir saygı bütünlüğü içinde olduklarını görüyorlardı. Murat, daha bir duygu yüküne giren eşini duvar üstüne oturttu. Bu sırada Çanakkale boğazına büyük bir şilep yöneldi. “Bu boğazdan yılda, binlerce gemi geçer,” dedi Murat. “Boğaza yönelen gemilerdeki insanlar önce bu görkemli anıtı görürler. Bu heybetli anıtın neyi simgelediğini mutlaka öğreneceklerdir. Onlar da başkalarına aktaracaklardır. Bu anıtın süs olsun diye yapılmadığını, güzel manzara yaratsın diye dikilmediğini, Türkün birçok değerini simgeleyen tarihi bir anıt olduğunu öğreneceklerdir… Ve öğreneceklerdir ki bu anıt, emperyalist güçlere karşı koyuşun destanıdır… Gelibolu yarımadasındaki korkunç savaşta Türk askerinin; “Çanakkale geçilmez” demesinin bir kanıtıdır… İki yüz elli bin şehit ruhunun buluştuğu mabettir… Onların torunlarınca, Çanakkale’yi bir daha geçmeye kalkışmayın ihtarıdır…”
Çise, amcasının bir özelliğini daha tanımış oldu. Bunu pekiştirmek için, “Amca, siz ulusalcısınız,” dedi. “Evet,” dedi Murat. “Burası gibi Anadolu’da kahramanlık destanı yazılan yerleri gören kişi, vatanseverlik duygusuna kapılmıyorsa eğer, ülkü değerlerinden yoksun birisidir o…” Çise, sizin görüşleriniz nedir dercesine öğretmenine bakınca gülümsedi Nuray. “Ben önce, görüp öğrendiklerinizden sizleri sınava tabi tutacağım.” diyerek kızlarla oğlanı hafiften güldürdü. “Buraya ilk gelişimde ben de kitaplarda okuduğum ve televizyonlarda izlediklerim kadarıyla bilgiliydim,” diyerek araya girdi Murat. “Gördüklerim ve burada öğrendiklerim benliğimde ayrı bir yer etti. Güzel öğretmenimizin dersini, gördüklerini ve duygularını tarih bilgileriyle harmanladıktan sonra dinleyelim.”
Şehitlere duyulan saygı ve sergilenen her metal parçasının verdiği duygu yoğunluğuyla anıt bünyesindeki müzeyi gezdiler. Yıllar sonra topraktan çıkarılmış yakın savaş gereçleri olan ateşli silahlar, kılıçlar, süngüler, tahra ve palalar… Ağaçlara saplanmış şarapnel parçaları. Hangi milletin askeri olduğu bile belli olmayan, kurşunun yarısı alnına saplanmış, bakılması bile insanı dehşete düşüren küçük bir kafatası… Korkunç savaşın acı kanıtı fotoğraflar… Kim bilir kaç cana kıymış bomba eskileri… İnsanın tüylerini diken diken eden acımasız savaşın acı kalıntıları… Yürekleri burkulmuş olarak çıktılar müzeden.
***
Ezineli Yahya Çavuş anıtına gelip, kahramanlık destanını okuduklarında yeğenlerin gözleri yaşarıverdi. Altmış üç kahramanın, karaya çıkan üç düşman alayını on saat kıyıda pusturduklarını öğrendiklerinde küçücük göğüsleri kabardı. Şehitlerden bazılarının henüz yirmi yaşlarında olmasını minik yürekleri kaldırmadı. Vatanı için canını veren bu aziz şehitlere, dualarıyla birlikte gözyaşı da hediye ettiler…
***
İngiliz, Fransız ve Anzakların anıtmezarlarına uğradılar. Yeğenlerin hiçbirinde öfke ve hınç duygusu belirmedi. On dokuz yirmi yaşlarında ölenlere acıma duyguları daha baskın geldiği için, “Ay yazık…” bile dediler. “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar. Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçikle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Çanakkale Şehitleri Anıtı girişindeki yazıtta Atatürk’ün, yürekleri yumuşatan bu insanlık anlayışını okudukları için onları da kendilerinden birileri gibi gördüler. Hele Anzakların ne olduklarını ve on bin kilometre öteden geldiklerini öğrendiklerinde acıma duyguları daha da arttı. Seksen yıl önce, Türk askerini öldürmeye gelenler, Türk askerinin küçük torunlarınca acıma duygularıyla yâd edildiler. Küçücük narin ellerini açarak yaptıkları dualara bile eriştiler…
***
Türk şehitliğine dua ederek girdiler. Derin bir saygı içinde şehitliği gezerlerken plakalardaki yazıları okudukça, Türkiye’nin her yerinden gelen yiğitlerin burada harman olduklarını anladılar. Yere çöken Çise, genç şehidin plakasını okşarken daldı. Yıllar yıllar öncesine gitti. Çanakkale’deki kara savaşlarının en çetin bir dönemine. Sıcak bir yaz gününe. Atatürk’ün emir ulağıydı. Siperlerden siperlere, sırtlardan derelere, dağlardan denize koşuyordu. Atatürk’ün verdiği emirleri komutanlara ulaştırıyordu. Koşuyordu, hem de hiç durmacasına… Öyle hızlı koşuyordu ki, düşman askerleri nişan bile alamıyorlardı kendisine… Vızır vızır kurşunlar geçiyordu her yanından… Koşuyordu hep… Kimi zaman mermisi bitenlere mermi yetiştiriyordu. Genç askerlerin bacısı, orta yaşlıların kızıydı… Çise bacım, yağmur kızım diyorlardı… Yanmış yüreklere esinti veriyor, susuzluktan çatlamış dudaklara çiseliyordu… Koşuyordu durmadan… Koşmuyor, uçuyordu sanki… Siperlerin birinden “su” diye bir ses duydu. Koştu oraya. Matarasında azıcık su vardı. Bir yudumunu içirdi askere. Başka çise tadacak var mı diye bakındı, Yoktu. Şehit olmuşlardı… Bir bacağı kopmuş, vücudu titreyen askere matarada kalan suyu da içirdi. Gençti. Hatta çocuk yaşta bile sayılırdı… Okulunu bırakan en genç tıbbiyeliydi… Belki de liseli bir gençti… Anadolu’nun birçok yöresinden, saçına kına yakılarak gönderilen… Kınalı bir ana kuzusu da olabilirdi… Çok… Çok gençti… Tıbbiyeli, liseli ya da kınalı kuzu… “Allah razı olsun Çise bacım…” dedi genç asker. Çise’nin kolları arasında ruhunu teslim etti… Gepgençti… Çocuksu yüzlüydü… Henüz sakalı bile yoktu…
Hüngür hüngür ağlamaya başladı Çise. Plakada yazılı genç asker, belki de kollarında can veren şehitti… Aslı, kaldırmak istedi. Murat, bırakmasını işaret etti Aslı’ya. Mete de başladı ağlamaya. Sonra da Aslı. Nuray’ın gözleri yaşardı. Gözyaşlarıyla çiseleyen kıza bakan ziyaretçilerin de gözleri doldu… Çise, vatanı uğruna can verirken su vererek yüreğini soğuttuğu genç askerin plakasını gözyaşıyla çiseliyordu bu defa. Belki o değildi ama olsun… Binlercesi öyleydi… Gepgenç oldukları plakalarda yazılıydı… Başını kaldırıp, bakışlarıyla Türk şehitliğini taradı. Manevi acısına bir başkası daha eklendi o an. Türk şehitliğinin, öbür mezarlar kadar korumalı ve bakımlı olmadığına yandı. Taze yüreği bir kez daha sızladı. Birden döndü. “Çanakkale’de zaferi kazanan biziz. En iyi anıtmezarlar yenilenlerde. Neden Türk Şehitliği hepsinden daha görkemli değil?” diyerek isyan etti.
“Sana fazlasıyla hak veriyoruz,” dedi Murat. Çise’nin isyanına başka ziyaretçilerden de katılanlar oldu. Çise’yi kaldıran Murat, “Umarım yakın bir zamanda bu dileğimiz gerçekleşir. Öbür anıtmezardakiler de bizden artık. Atamız, onlar için, bizim evlatlarımız dedi,” deyince sakinleşti Çise. Nuray, “Şu anda şehitliğin daha güzel olmasına bir katkımız olmaz ama dualarımızla şehitlerimizin yüce ruhlarını daha da yüceltebiliriz,” deyince Çise’nin narin elleri göğe açılıverdi. Başka eller de eşlik etti hemen. Yaptıkları dualarla şehitlerin ruhlarını göklerde uçuşturdular. Allah’ın bu aziz kullarıyla bütünleşmiş olmanın manevi doyumuyla ayrıldılar Türk Şehitliği’nden…
***
Siperlerin yakınlığı, kızların yüreklerini bir kez daha burktu. Çise, o düş dünyasında yaşadığı olayın yerini arıyormuşçasına koşarak siperleri dolaşmaya başlayınca, Aslı’yla Mete’de yoldaş oldular ona. Onlar sadece ablalarına uyarlarken Çise, o genç askerin siperini arıyordu… Aslı, bu kadar yakınlıkta savaş yapılmasını kavrayamıyordu. “Birbirlerine taş atsalar bile kafaları yarılır,” diyerek hayretini dile getirdi en sonunda.
**
Conkbayırı ve “Kemal Yeri’ndeki yazıtlar sonrası Nuray öğretmen, yaşanan tarihle ilgili açıklamalar getirdi. ‘’Atatürk’ün, o zamanki Yarbay Mustafa Kemal’in askerlerine; ‘Size ben, taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka kuvvetler ve kumandanlar alabilir…’ verdiği bu meşhur emri yineledi. Bu emri alan 57. alaydan kurtulanın olmadığı söylenir,” demesiyle yeğenlerin içleri gitti. “Ay… Ne kadar yazık…” diye yakındı Aslı. Murat, “Çanakkale savaşları, tarihte en büyük asker kaybı olan savaşlardan birisidir,” diyerek kızları bilgilendirmeye yöneldi. “Savaşın insancıl yönü olamaz denilse bile bu savaşta insancıl olaylar da yaşanmış. Karşılıklı siperlerdeki askerler, savaşa ara verip ölü ve yaralılarını almışlar. Birbirlerine ekmek, su ve sigara vermişler. Özellikle Anzaklarla, kahramanca boğuşmanın yanında dostluklar da kurulmuş. Dünyada böyle bir savaş hiç yaşanmamış.” Mete: “Dost olduktan sonra da savaşmışlar mı?” Karı koca, birbirlerine baktılar. Dostluk ve savaşın küçük beyinlerde uyuşmadığına birebir tanık oldular. “Ne yazık ki evet,” dedi Murat. “Devletleri yönetenler savaş çıkartırlar. Askerler de savaşırlar. Savaş çıkartanlar, askerlerin duygu ve düşüncelerini önemsemezler. Ölmelerini bile umursamazlar… Savaş, onlar için politik amaçlarının bir aracıdır. O yılarda İngiliz ve Fransızların amacı, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını ele geçirerek, Almanlar karşısında zor duruma düşen bağlaşıkları Rusya’ya denizyoluyla yardım etmekti. Olabilecek komünist ihtilali engellemekti… İşte bu nedenlerle saldırdılar bize. Önce denizden geçmeyi denediler başaramadılar. Sonra da karadan saldırarak boğazları ele geçirmek istediler. Haklı davalarına inanan askerlerimiz, ölürüz de geçit vermeyiz diyerek yüz binlerce ölü bıraktırarak onları geri gönderdiler. Bu savaş, Türk milletinin; özgürlük, vatan, millet ve bayrak gibi öz değerlerine yeniden kavuştuğu kutsal bir mücadelesidir… Vatan uğruna ölmeyi en büyük ibadet sayan Türk askerinin kahramanlık destanıdır… Uyutulan Türk milletinin şahlanarak özgüvenine kavuşmasıdır… Kurtuluş savaşının temel taşıdır… Mustafa Kemal Paşa’nın, umut güneşi olarak Türk milletine parlamasıdır… Rusya’daki çarlık rejimin yok olmasını sağlamış bir savaştır. Çanakkale savaşlarının üçte bir özeti bunlardır.” Tarih dersi vermenin sıkıntısını duydu. “Sizlere asıl tarih dersini Nuray öğretmenimiz verecektir,” diyerek karısını onura etti. Ardından, “Tarihe oldum olası meraklı olmuşumdur,” diye devam etti. “Yengenize evlenme teklifi yapmamda, güzel ve hanım birisi olmasının yanında tarih öğretmenliği de etkili oldu.” Gerçeğe dayalı bu esprisiyle oldukça duygulu gün geçiren yeğenlerini hafiften güldürüp karısını gülümsetti.
**
Çanakkale savaşlarının belgeli anılarıyla dopdolu olarak Eceabat’a geldiler. Çay bahçesinde bir şeyler içerlerken yeğenlerden kısa değerlendirmeler almak istedi Nuray öğretmen. Önce küçükten başladı. “Düşmanlar bir daha yurdumuza gelmesinler,” diyerek çocuksu kızgınlığını belirtti Mete. Çok bilgilendiğini söyleyen Aslı, “Neden Nene Hatun gibi kadınlar askerlerimize yardıma koşmamışlar?” diye sorunca, bir an nasıl bir yanıt vereceğini bilemedi Nuray öğretmen. Kadınların, yaralı askerlere baktığını söyledi. Bu açıklamasının Aslı’ya pek yeterli gelmediğini anladı. Emin olmamakla birlikte, “Savaşın iyice kilitlendiği bir sırada kadınlarımız, bu korkunç katliamı durdurun diyerek düşmanın üzerine yürümüşler. Yakınlarına top mermisi düşünce, düşmana daha fazla yaklaşmalarına izin verilmemiş,“ dedi. Kocasının onay vermesiyle anlatımının doğruluğuna iyice inandı. “Kadınlarımız, o sıcak yaz günlerinde askerlerimize, ayran, su, sebze ve meyve getirdikleri gibi, gelişleriyle manevi destek de vermişlerdir,’’ diye ilave yapan Murat, Aslı’nın iyice ikna olmasını sağladı. “Ben de Atatürk’ün emir ulağıydım. Mermi de taşıdım,” diyen Çise, amcasıyla öğretmeninin bir garip bakmalarıyla, “Ben bugün yönümü tam buldum,” diyerek hayal dünyasında yaşadıklarını örtbas etmek istedi. “Geçen seneye kadar arkadaşlar arasındaki siyasi içerikli konuşmalarda, Atatürkçü bir solcuyum derdim. O ne demek diye sorduklarında, kem küm ederdim. Atatürk’ü sevmek, Atatürkçü olmak yeterliydi benim için. Solcu görünmek, gençler arasında çağdaşlık gibi algılanıyordu. Ondan solcuyum derdim.” Gülümsedi. “Tarihi gerçekler ve sizlerin görüşleriyle iyice yoğruldum,” diye devam etti. “Ben bugün çizgimi kesin olarak belirledim.” Aslı’nın ama bilerek ama bilmeyerek, “Ben de…” demesinin ardından, Mete de ondan aşağı kalmadığını belli etti. Çise, sessiz gülerken, karı kocanın yüzlerinde sevinç belirdi. Yaşanan tarihi bir olayın yerini ve kanıtlarını gören ergen çocukların farklı algılayışları, Nuray öğretmeni düşündürdü. Ezberci bir eğitimin yanlışlığını daha iyi anladı. Tarihi olayları anlatırken, sebep sonuç ilişkilerini gerektiğince yorumlamadığı ve öğrencilerine yorumlatmadığı için öğretmen olarak kendini de yetersiz gördü. Öğretmenlik ufkunun açılmasına ve yeğenlerinin tarihi dolu dolu yaşamış olmalarına sevindi en azından… “Söyleyeceklerim, sanırım her öğretmenin kendi branşında da geçerli olabilir,” dedi Nuray öğretmen. Yabancı turistlerin çoğunlukta olduğu otelin restoranında, şantörün şarkısı ve orgundan çıkan müzik nağmeleri uğultuda boğulurken, Nuray öğretmenin sesi masada daha baskın çıkıyordu. “Tarih öğretmeni olarak okullara göndermeden önce bizlere keşke yakın tarihimizin yaşandığı yerleri gösterselerdi. Çanakkale’yi, Dumlupınar’ı, Sakarya’yı ve İnönü’yü… Doksan bine yakın askerimizin soğuktan kırıldığı Allahuekber dağlarını… Osmanlı ve yakın tarihimizde önemli yer tutan diğer olayların geçtiği yerleri görseydik, öğrencilerimize çok daha yararlı olurduk. Keşke öğrencilerime, Çanakkale savaşlarıyla ilgili olarak sadece sözel ders vermeyip, bugün gördüğüm yerleri gösterebilseydim… Keşke imkânları olsaydı da bütün öğretmen ve öğrenciler, demin saydığım yerleri görselerdi… Keşke, tüm dünyanın öğretmen ve öğrencileri, insana canlı tarih duygusu veren Çanakkale savaşlarının yapıldığı yerleri görebilselerdi… Öyle sanıyorum ki dünya barışına büyük katkıları olurdu…” Soluklandı. “Ben bugün yorulmadım. Üzerime çöken yorgunluk, Çanakkale tarihinin bende bıraktığı ağır sorumluluktu. Atatürk’ü çok sever ve sayarım. Bugün, Atatürk’ü daha iyi anladım… Topraklarımızda yatan on binlerce yabancı düşman askerine, onlar bizim evlatlarımız olmuşlardır demesini çok iyi kavradım… Milletimizin, O’nun gösterdiği hedeflere sımsıkı sarıldığı gibi, Onlar bizim evlatlarımız olmuşlardır anlayışına da sahip çıktığını gördüm. Kendisini esareti altına almak isteyen devletlerin ölen askerlerine vatanında kucak açsın… Onların görkemli anıtmezarlarda yatmalarına fırsat tanısın… Kendi şehit evlatlarıyla onları aynı değerde tutsun… Onları da vatanın evlatları kabul etsin… Böyle bir insanlık anlayışının bir başka millette olabileceğini sanmıyorum…” Biraz su içti. “Türk askerinin burada destanlaşmasına tanık olduktan sonra, Sakarya’daki siperlerinden kopmamak için yırtınmalarını… Afyon ve Dumlupınar’daki şahlanışlarını daha iyi anladım. Bunların dışında, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, Çanakkale Şehitleri için o şiirsel destanı yazarken duyduğu duyguları aynen hissettim. Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına ve Sana aguşunu açmış duruyor peygamber ifadelerini yürekten özümledim… Kâbe’nin mezar taşı ve peygamberimizin sevgiyle karşıladığı şehitlerin yattığı böylesine kutsal bu yörede, yazlıklar ve moteller olmamalıydı. Buraların dokusu bozulmayıp olduğu gibi korunmalıydı. İçim sızladı. Burası, dünyanın Kâbe’si olması gereken bir yer. Çünkü pek çok milletten, her dinden insanın kanlarıyla ısladıkları, bedenleriyle doyurdukları bir toprak… Ruhlarının birlikte gökyüzüne uçuştukları bir yer… Bugün, böyle bir inanç belirdi bende. Öğrencilerime çok faydalı olacağına inandığım daha pek çok bilgi ve değerler edindim bugün.”
Yine soluklandı. “Ben bugün tarih öğretmeni oldum…”
Veysel Başer
Dur Yolcu şiiri: Şair Necmettin Halil Onan
Koca Seyit anlatımı: Değişik kaynaklardan derlendi.
Not: 1983 yılı ilkbaharında Koca Seyit Onbaşı anısına
Çamlık (Manastır) köyünde Orman ve Ağaç bayramı yaptık.
Koca Seyit Onbaşı’nın mezarına giderek minnet ve
Şükran duygularıyla ve dualarımızla ruhunu şad ettik.