0

İsmail yakın bir arkadaşımdı. Liseyi beraber okumuştuk. İsmail’in ailesinin maddi durumu iyi bir seviyedeydi. İki katlı bir evleri vardı. Babası, iyi kalpli, temiz yürekli, şefkatli ama oğluna karşı bir o kadar da baskıcı bir tutumu vardı. Bu haline izah getirirken, gençlik yıllarında öğretmen olmak istediğini, ancak arkadaş çevresinden dolayı bu hayaline ulaşamadığını ifade ederdi. Bu sebebe binaen, çevresindeki birçok insana güvenemediğini söylerdi defaten.

Babası, çocuklarının arkadaşlarını evine çağırdığını, tanışmak istediğini, yanlış bir tarafı varsa bu durumunu ilk önce kendisinin tespit etmesini ve bunu da yerinde görmek istediğini tekrarlayıp dururdu. Babasının bu tutumu yanlış mıydı doğru muydu, kendi penceresinden bakınca, kendini haklı görür bir yanı vardı. Ne vakit konuşmaya başlasa, “zaman çok kötü oğlum,” derdi. Halbuki, içinde yaşanılan her devir, kendi doğrularını sergilediği gibi kendi yanlışlarını da içinde barındırıyor değil miydi?

İşte bu seçenekleri değerlendirecek ve kendi yolunu kendi iradesiyle belirleyecek olan da yine insanın ta kendisiydi. Bu tercihlere başka eller müdahale ettiğinde, yaşanan bu ömür, insanın kendi hayatı olmuyordu nihayetinde. Herkesin kendi kaderini, bizzat kendisinin belirlediği bir yaşam, her karesi ile mutluluk ve başarılarla dolu oluyordu. Üstelik bunları bilen ve bunların da farkında olan birisi olarak, kendini engelleyemiyordu İsmail’in babası. Kötü biri değildi, ancak yaşamı da anlamlandırabilecek yüksek bir bilgi seviyesine çok da sahip değildi. Kendi zaviyesinden olayları değerlendirdiği için olsa gerek, yaşadığı çağın gerçeklerine çoğu vakit aşina değildi. Zira, her insan kendi zamanının bir çocuğu değil miydi? Dolayısıyla kendi devri geçmiş bir kişinin, kendi devri olmayan bir çağ için fikir yürütmesi ne kadar anlamlıydı? Belki yaşadığı tecrübeler ışığında, etrafını kırıp dökmeden, güzel ve ikna edici bir lisan ile yaşadığı bu hayat tecrübelerini hem çocuklarına hem de sevdiği diğer insanlara aktarabilirdi. En esaslı ve en mühim nokta da burada kullanılan üslup ve tercih edilen yolun hayati bir öneme haiz olduğu gerçeğiydi.

İsmail ile ben, doksanların başında liseyi bitirmiştik. Ben, her sene olduğu gibi, o sene de okulu birinci olarak tamamlamıştım. Ülkemizde uygulanan yasal olarak da bir temeli olan okul birincisi olan her talebe, kendi branşında muhtelif üniversitelerin kontenjanından tercih ettiği bölüme girebiliyordu. Ancak o yıllarda Bulgaristan’da yaşanan mezalim sebebiyle gelen insanların çocukları da üniversiteye yerleştirilmişti. Hiçbir zaman, gelen o insanlara kızmadım. Babam da “Her işte bir hayır vardır elbet oğlum,” dedi. Ben de bu sebeple, bana sunulan bu ayrıcalığı o sene kullanamadım. İşte o sene, gerekli sınavları başarıyla vererek devlet memurluğu kadrosuna girdim.

Hayalimde ya inşaat mühendisi olmak veyahut da öğretmen olmak vardı ama olmadı. Okumak istesem bile benim ailem, beni okutacak maddi bir imkana sahip değildi. Babam işçi emeklisi, kendi halinde, ailesine anca yetebilen ve az bir geliri olan biriydi. Okumak istesem, bu durumu kendisine söylesem belki okutabilirdi ama ben bunu hiç istemedim. Çünkü çok zorlanırdı o zaman.

Ben kendi halimde, güzel ve bereketli ülkemin değişik şehirlerinde vazifemi yapmaya gayret gösteriyordum. İsmail de ilk önceleri babasının yanında çalışmaya başlamıştı. Babası ve kardeşiyle birlikte anahtar teslim inşaat ve sıva işleri yapıyorlardı ama İsmail bu işte bir gelecek görmüyordu. Babası da oğullarını yanından ayırmak istemiyordu. Kendisinden küçük kardeşi evlenip, Avrupa’ya, Hollanda’ya gitmişti. Orada işçi olarak yaşamını sürdürüyordu. İsmail’in babası da haliyle yaşlanmıştı. Bir gün, “Baba, ben de kardeşim gibi Avrupa’ya gitmek ve orada kendime yeni bir hayat kurmak istiyorum.” dedi. Gitme gerekçelerini de babası kırmadan ve rencide etmeden bir bir sıralamıştı.

Babası da kendisine hak verdi, “Tamam.” dedi. Kırıp dökmeden vardıkları bu yeni durum çerçevesinde bu iş nasıl olacak ve bu yola nasıl çıkılacak konusu kalmıştı. Hollanda’daki erkek kardeşinin tanıdığı yakın bir akrabasının kızı ile tanıştırıldı ve aynı senenin yaz mevsiminde görüşme kararı alındı. O sene, hem kardeşi hem de telefon ile tanıştığı kız, yaşadıkları şehre geldi. Daha öncesinden, İsmail kendi resmini kıza, kız da kendi resmini İsmail’e göndermişti. Temmuz ayında, havanın enfes olduğu bir günde, kızın misafir olarak geldiği evde tanıştılar. Birkaç gün sonra da şehirde buluşup gezdiler, aşağı yukarı birbirine uyum da sağladılar. Çok zor bir görüşme ve buluşma olmadı. Her ikisi de memnun kaldılar birbirlerinden.

O sene İsmail bana bir telefon açtı. “Sevgili arkadaşım, bana bin mark gibi bir para lazım.” dedi. Avrupa’ya gideceğim için, bazı resmi işlemleri gerçekleştirmem gerek.” diyerek bir açıklama yapma gereği duydu. Hâl hatır faslından sonra ben de yeni evlendiğimi, hâlâ borçlarımın olduğunu, sadece bir maaşla geçindiğimi, dolayısıyla böyle büyük miktarda -bana göre- bir parayı bulamayacağımı ve veremeyeceğimi söyledim. Biraz daha muhabbet ettikten sonra, “Sana çok güvenmiştim ama boş çıktı.” dedi. Ben de gerçekten maddi olarak böyle bir imkanımın olmadığı tekrar tekrar söylediğim halde kırıldığını, ses tonunun aniden değiştiğini hissettim ama bu durumu kendisine çok yansıtmak istemedim. Devamında, “Bu gavurun parası, beni kimlere muhtaç etti arkadaş.” diyerek telefonu yüzüme kapattı. Bu sözü, kendi kendine söylemişti ama telefonu yavaş kapadığı için ben de duymuştum. Kendi kendime “Canın sağ olsun, ne diyeyim.” dedim.

Oysa İsmail de biliyordu ki kendi düğünümü ve bütün harcamalarımı bizzat kendi paramla yapmıştım. Birçok gider için de kendi mesai arkadaşlarımdan borç para almıştım. Bu durumu, yakın bir arkadaşım olduğu için zamanında İsmail’e söylemiştim. Bunları kendisi de biliyordu üstelik. O aramadan sonra bir daha beni aramadı, düğününe de beni davet etmedi. İsmail ile ilgili bütün haberleri memleketteki yakın arkadaşlarımdan almıştım.

Neyse, izin mevsimi biter bitmez, herkes yaşadığı mekâna döndü. Önümüzdeki sene hem nişan hem de düğün yapılması yönünde aile büyükleri bir karar almışlar. Nihayetinde bir sene geldi ve geçti. O yıl haziran ayının üçüncü haftasında nişan, dördüncü haftasında da düğün merasimini gerçekleştirdiler. Gerekli olan pasaport ve vize işlemlerini de tamamen yerine getirdiler. On beş gün sonra da beraberce Hollanda’ya gittiler. İsmail, mutlu bir şekilde yuvasını kurmuştu artık. Ben de kendisine gıyaben, bir ömür saadet diledim.

Otuz küsur yıl oldu, İsmail’den hiçbir haber alamadım. Defalarca lise arkadaşlarıma sordum, sosyal medya platformlarından çok aradım lakin İsmail’in izine rast gelemedim. İçimdeki arkadaşlık sevgisi hiçbir zaman eksilmedi. Bugün görsem, dün ne hissediyorsam aynı duygularla kucaklarım İsmail’i. O günkü gençlik samimiyeti ayrı bir şeydi; riyasız, şatafatsız, safi, gönülden. Yaş elliyi geçince bazı şeyler değil, çoğu şeyin hayata yüklediği ağırlık da değişebiliyor. Bazı şeyler çok eksilirken, bazı şeyler de epeyce çoğalıyor. Bu gibi duyguları ve bu misal hisleri tam manasıyla tespit etmek için gönül terazisini kullanmak elzem.

Faik Kumru

Leave a Comment

İlgili İçerikler